KUR'AN VE ALLAH İLE ALDATMA -1

Önsöz

Müslüman halklar ve özelikle Türk halkı, aşırı duygusal; özelikle, çok sevdiği dini söz konusu olduğunda.

 

Türk halkı neden, asırlardır sürekli bir biçimde aldatılıyor?

 

Yanıtın Kur’an’da olduğuna inanıyorum. Kur’an, “Allah ile aldatılmayın!” ihtarında bulunuyor. Neden? çünkü Allah farkında olma imkanından büyük sorunu, aldatıldıklarının farkında olma imkanından büyük ölçüde  yoksun bulunmalarıdır. Çünkü derinden inandıkları ve içtenlikle teslim oldukları bir değer kendilerinin aleyhinde kullanılıyor. Bunu fark etmeleri kolay değildir.

 

Türk halkı dinine olan derin saygısı, İslam’a duyduğu teslimiyet yüzünden çoğu kez savunma, eleştirme güçlerini kullanmıyor. Daha önemlisi, Allah ile aldatanlara karşı aklını kullanmıyor.

 

Allah ile aldatılmanın yıkımına dikkat çeken Kur’an, bu tuzağa düşülmemesi ve bu belanın aşılması için gerekli olan iki hayati donanıma daha dikkat çekmiştir:

 

1. Aklın işletilmesi,

2. Takvanın yani dindarlığın insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması.

 

Bu iki destek buyruk göz ardı edildiğinde “Allah ile aldatılmayın” emrinin sonuç vermesi imkansız olmaktadır. Akıl işliyecek, dindarlık insanlar arası bir değer ölçüsü olmaktan çıkarılacaktır ki kitleler Allah ile aldatılma tezgahlarının maskesini düşürüle bilsin, arka planını görebilsin. Maske düşürülüp arka plan görülmediği sürece Allah ile aldatılmak kaçınılmazdır.

 

Allah ile aldatma zulmünün aşılması için sadece temel çare değil, tek çare aklı işletmektir. Kur’an,“Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik indirir” (Yunus, 100) diyerek Allah ile aldatılma duygusallığının aşılması için, işletilen aklın kaçınılmaz olduğunu insanlığın vicdanına işletmiştir. Başka hiç bir kanıt olmasa, sade bu olgu bile laikliğin Kur’an’ın temel taleplerinden biri olduğunu göstermeye yeter. Çünkü aklın devrede olması ve işletilmesi için laiklik temel şarttır. Aksi halde, duygu egemen kılınmak suretiyle din, aklın önünü kesme aracı olarak kullanılır, yani kitle Allah ile aldatılır.

 

Kur’an, andığımız destek güçlerin kullanılmasını emrettiği halde, Türk halkı bunları kullanmıyor. Halkın büyük bir kısmı İslam’ın böyle bir talebi olduğunu bilmiyor. Çünkü bu emirler Kur’an’da. Türk halkı ise asırlardır Kur’an’dan uzak tutulmuş, onu okuyup anlamaktan yoksun bırakılmış. Türk halkının Kur’an’dan tek istediği ve beklediği, o kitabın Arap harfleriyle telaffuzunu başarıp ‘sevap’ kazanmak olmaktadır. Türk halkı, Allah ile aldatma tezgahlarının ustalıkla işlettikleri bu ‘sevap’ oyunuyla avunurken yaşadığı dinin Kur’an’la ilgisi büyük ölçüde yok edilmiş, dinde Kur’an’ın yerini, Arap-Emevi saltanat ideolojisinin kutsallaştırılmış sloganlarıyla İslam dışı örflerin uydurmaları almıştır.Bu durumda Kur’an’ın söyledikleri Türk halkının hayatına din olarak nasıl girsin?!

 

Türk halkı, tıpkı birçok müslüman halkı gibi, Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallaştırılmış buyrukları din biliyor, onları yaşıyor.

 

Bu durumu çok iyi bilen aldatma sektörleri, sürekli dini-imanı kullanarak yaklaşıyor. Türk halkına ve onu daha ilk anda elsiz-dilsiz hale getirmek istediği şekilde ve istediği oranda aldatıp sömürüyor.

Türk halkının en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyanma ve susma aracı olarak kullanmasıdır. Sadece Türk halkının değil, bütün müslümanların en büyük zaaflarından biri, belki de birincisi işte budur. En büyuük zaaflarından biri bu olmasaydı, Kur’an “Allah ile aldatılmayın!” ihtarına gerek görürmüydü!

 

Bugün insanlık ve o orada bizim insanımız, Allah ile aldatılmanın en zorlu devresini yaşıyor. Küresel ve organize ‘aldatma sektörleri’ nin faaliyette olduğu bir süreçtir bu. ‘Dinsiz zulümlere tepki’ adı altında din adına zulmetme sürecidir bu. Kutsal patentli bu zulüm, materyalist darbelerle yare-bere içinde kalmış kitlelerin yaraları üstüne ‘Allah’ diyerek tekme vurmaktadır.

 

Bu kitap, müslüman Türk halkına Allah ile nasıl aldatıldığını, Kur’an verilerine dayanarak anlatmak istiyen Kur’an mümini bir Türk aydınını mütavazı bir hizmeti olarak kabul edilmelidir. Amacına varırsa yazarı mutlu olur.

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008

Giriş

 

Nasıl bir zulüm karşısındayız?

 

“Dinler tarihi, insanın, tanrısal

Güce katılmaya ve onu beşeri

Amaçlar için kullanmaya yönelik

Girişimleriyle doludur”  Paul Tillich

 

Bizzat Kur’an’ın ‘Allah ile aldatmak’ diye andığı bir büyük zulüm karşısındayız. Bu zulüm küresel düzeyde en dikkat çekici göstergesi, süper zulümlerin imparatorluğu olan süper güç ABD’nin dünyayı talan aracı olarak kullandığı Dolar’ın üstündeki o bilinen sözüdür.

 

“İn God we trust!” yani “Allah’a güvenip dayanırız biz!”

 

Evet, süper bir devletin parasının üstündeki bu söz, bazılarınca dindarlığın, Tanrı’ya saygının bir göstergesi gigi tanıtılır. Kur’an açısında baktığımızda gerçek bunun tam tersidir. Kur’an, dindarlık belge ve ifadelerin insanlar arasında bir değer ölçüsü olmasını yasaklamakta, dindarlığın (Takvanın) sadece Tanrı ile insan arasında bir değer ölçüsü olması gerektiğini bildirmektedir. Takvanın kimde olduğunu da sadece ve sadece Allah bilir.

 

O halde, en masum niyetlerle de olsa, dindarlığın bir ‘insanlar arası değer belirleyici’ olarak öne çıkarılması, Kur’an’a göre bir insanlık suçudur; dine-imana hakarettir. Allah ile aldatmanın en şerir(kötü, bozuk, fesat kişi) şeklidir.

 

Süper sömürgeci güç bu şerri dünyanın gözünün içine baka baka yaymaktadır. ABD parasının üstündeki sözün, Kur’an’i ve İslami vicdanla değerlendirilmesi şöyle yapılabilir: ABD, parasının üstündeki bu ifadeyle demek istemektedir ki, ben insanları, dünyayı, sömürdüklerimi iki şeyle aldatırım: Para, Tanrı.

 

İşte, bizim bu kitabımızda sakındırmak istediğimiz de bu ikisidir. Kitabın ileriki sayfalarında göreceğiz ki,Allah ile aldatanların gerçek Tanrısı paradır, maldır, dünyalıktır. Allah ile aldatma zihniyetinin paranın üstüne konan bir sloganla ifadesi bu bakımdan çok anlamlıdır.

 

O halde, önce, nasıl bir zulüm karşısında olduğumuzu bilelim. Bunu bilmeden, yakamıza yapışan dehşeti tanıyamayız. O dehşeti tanımadıkça yeterince ürperipkendimize gelemeyiz. Ve böyle olunca da çare aramak ihtiyacı duymayız....

 

Aynı zamanda bir matematikçi olan, fakat tarihe bir mistik olarak geçen ve dinler tarihinin en ünlü mistik dindarları arasında bulunan Fıransız bilgin-düşünürü Blaise Pascal (Ölüm. 1662), tarihin derinliklerinden insanlığa şunu duyuruyor:

 

“Dinsel inançlara sığınmadıkça, insan, kötülüğü büyük bir zevkle ve acımasızca asla yapamaz.”(James A. Haught; Kutsal Dehşet, 3)

 

Şimdi, Türkiye’yi sarsmış ve basının gündeminde haftalarca kalmış üç olay bir kez daha ürperek okuyup Allah ile aldatmanın yaratabileceği büyük dehşetin nerelere uzanabileceğini yakından görelim:

 

“Gaziantep’in Kilis ilçesinde bir baba, bir yaşındaki kızını, düşünde gördüğü Şeyh efendinin tekkesine götürüp gelin gibi süslendikten sonra taşa üç kez sürdüğü bıcağıyla kurbanlık koyun gibi kesmiştir. Baba, yakalandıktan sonra şöyle demiştir:

 

“Şeyhim, en sevdiğim varlığımı Allah’a kurban etmemi istedi, ben de verdim.” (Milliyet, 7 Haziran 1988)

 

13 Ekim 1990 tarihli Güneş gazetesinden:

 

“Otuz yaşındaki bir yurtaş Şanlıurfa’da bir mağarada, üç yaşındaki oğlunun başını bıçakla kesti ve yakalandıktan sonra şunları söyledi:

 

“Devam ettiğim tekkenin Şeyhi bana ‘çocuklarını çok sevenlerde Allah sevgisi azalır. Bu sebeple üç çocuğundan birini kurban etmen gerekir’ dedi. Bunun üzerine çocuklarımın en küçüğü olan Abdullah’ı evden alarak kendisine dondurma alıp söz konusu mağaraya getirdim. Gözlerini bağlayarak bıcakla boğazını kestim. Olay gecesi Şeyhin, oğlumu geri getirmesini bekledim. Çocuk geri gelmeyince ertesi gün tekkeye gidip şeyhin yüzüne tükürdüm. Aileme haber vererek cinayeti saklamaya karar verdik.”

 

Araştırmacı- Yazar Cengiz Özkancı’nın önemli kitaplarından biri olan Dil ve Din’in 8. basım, 25. sayfasında şu satırları okuyoruz:

 

“Türbanlı bir kız, başörtüsü takmayan annesini, başını örtmediği için 30 yerinden bıçaklayıp gözlerini oyarak ve kollarını keserek ‘din uğruna’ gerekçesiyle öldürmüştür. Yakalanıp sorgulandığında, başını örtmemekte direten annesinin ‘muzır ve münafık’ olduğunu, katli vacip olduğu için öldürdüğünü söylemiştir. Genç kız kendisini ‘İslam’ın bıçağı’ olarak görmemektedir.”(Cumhuriyet gazetesi, 9 Nisan 1997)

 

Yaşadığımız günlerin ünlü gazetecilerinden biri, yakamıza yapışan dehşeti şöyle anlatıyor:

 

“Birileri Allah’ın adını kullanıp paralar elde ediyor. Holdingler, şirketler kuruluyor, inançlı insanlarımıza kanca atılarak paralar toplanıyor. Bu amaçla hoca efendiler kullanılıyor. Toplanan paraların belli bir miktarı cami avlularında komisiyon olarak onlara dağıtılıyor...”

 

“Allah adını kullanarak milyonlarca dolar para kazanıyorlar. Saf vatandaşlarımıza cami avlularında yaklaşıp Allah’ın adını kullandıklarında paralar oluk oluk akıyor.

 

O paralar sonra ya bir siyasi partinin adamlarına teslim ediliyor ya da tefecilikte kullanılıyor...”

 

“Allah adını kullananların yelpazesi fevkalede geniş. Bunlarda her yol var: Dolandırıcılıktan cinayete kadar, Oyun, müslümanların, müminlerin üzerinde oynanıyor. Ve Türkiye’de milyonlarca gerçek müslüman, bu kesime tepki gösteremiyor...”

 

“Allah adına terör örgütleri kuruluyor, vahşi cinayetler işleniyor. Mezar evlerden, toplu mezarlardan cesetler fışkırıyor. Beş, on, yirmi, otuz....”

 

“Sivas’ta ilkemizin nice aydını Allah adına diri diri yakılıyor....”

 

“Allah adına ortaya çıkan dinci gazetelerde her gün insanlara yalan, iftira, kin ve nefret kusuluyor. Yakası açılmadık küfürler acımasızca yağdırılıyor. İnsanlar, öldürülmeleri için hedef gösteriliyor. Allah adına cinayet teşvikçiliği yapılıyor. Yalancı, yüzsüz, riyakar, dedikoducu, karanlık suratlı bir yığın adam bir araya gelmiş Allah adına sövüyor, iftira yağdırıyor...” (Emin Çölaşan, Hürriyet, 25 Ocak 2000)

 

Emin Çölaşan’ın yazdıkları, dinci siyaset çevrelerinin ‘din dışı’ saydığı bir aydının tespitleridir. Fakat Türkiye’de Allah ile aldatma zulmü o kerteye gelmiştir ki, Emin Çölaşan gibilere yıllarca hakaret yağdırmış bir ‘İslamcı’ yazar (Mehmet Şevket Eygi) bile artık isyan etmiş ve Emin Çölaşan’ın söylediklerinden daha ağırlarını söylemek zorunda kalmıştır. Eygi isyanının önemli cümleleri, ilginçtir ki,Emin Çölaşan tarafından alıntılanmıştır. M.Ş. Eygi’nin müthiş satırlarını Çölaşan’ın 1 Temmuz 2003 tarihli yazısından aktarıyorum. Diyor ki M. Şevket Eygi:

 

“Sevgili din ve iman kardeşlerim! Biz hepimiz bir ümmet teşkil ediyoruz. Ümmet, en medeni, en olgun, en faziletli, en şerefli topluluk demektir. Biz maalesef bir İslam ümmeti olamamışız ve bugünkü acınacak, perişan duruma düşmüşüz. Bizim topluluğumuz bu anda yığınlardan ve sürülerden ibaret bir kuru kalabalıktır.”

 

Biz, 1950’lerden bu yana 40 bin cami binası, bu iş için trilyonlarca dolar harcama yaptık. Ama bunlar İslam medeniyet ve kültürüne uygun güzel, estetik vasıflı binalar olmadı. Bunların mihraplarına geçecek kaliteli imamlar, minberlerine çıkıp hutbe okuyacak kaliteli hatipler, müslümanları uyaracak kaliteli vaizler yetiştirmeyi düşünmedik. 70 bin camiye hela, imam ve müezzin lojmanı yaptırdık. On binlerce camiye kalorifer yaptırdık, pahalı kilima cihazları taktık. Camileri hoparlölerle, ışıldaklarla, vantilatörlerle doldurduk. Evet, son elli yıl içinde bunlara trilyonlar harcadık.”

 

“Bütün gücümüzü Kur’an kursu, imam-hatip mektebi, ilahiyet fakültesi açmaya sarf ettik. Hesabı yapılsa, bunlara akıllara durgunluk verecek miktarlar harcadık. Daha bitmedi. Birtakım din baronları için her yıl milyonlarca dolar para topladık. Bu paraların yerli yerince, akıllıca harcanıp harcanmadığını hiç sorgulamadık, kontrol etmedik.”

 

“Ramazanlarda birtakım din cemaatleri beş yıldızlı lüks otellerde bin kişilik ihtişamlı, israflı, gösterişli, günahlı iftarlar veriyordu. O fücur yuvalarında verilen iftarlar dinimize uygun muydu?”

 

“Zengin olan müslümanların çoğu ipin ucunu kaçırdı, şaşırdı, dağıttı. Milyon dolarlık lüks meskenler, yüz binlerce dolarlık yazlıklar, lüks limuzinler, israf, sefahet, rezalet gırtlağa kadar çıktı.”

 

“Biz; bir sürü hizip, fırka, gurup, cemaat ve tarikata ayrıldık ve birbirimizle çekişip tepişmeye başladık. Yığın ve sürü haline gelen on milyonlarca müslüman şu anda vahim bir kırsal kesim ve varoş zihniyeti, marjinallik, parçalanmışlık içindedir.”

 

“Hazretim yanılmaz, bizim cemaatin ulu zatı hata yapmaz, hoca efendi yanlış yapmaz... dedik. Sorgulama yok, hesap sormak yok, kontrol yok. Bu şartlar altında ümmetin işleri elbette kötüye gider.”

 

“Bizi mahvedenler, militan din düşmanları değil, içimizdeki din sömürücüsü, din rantı yiyen işbirlikçi, hain alçaklardır....”

 

Şuraya aktardığım satırların altına imza atmakta sala tereddüt göstermiyeceğim Mehmet Şevket Eygi, biz bu gerçekleri yıllar boyu dile getirirken, sırf nefsani dürtülerle bize karşı çıkanlardan biridir. Ama, gerçek ortaya çıktı, o bile şu satırları yazacak bir noktaya gelmiştir. Keşke bunları on yıl, yirmi yıl önce yazmış olsaydı. Yıllar ve yıllar kaybedildi. Yazık oldu müslümanlara, yazık oldu Türkiye’ye.

 

Evet, 16. yüzyıldan iki binli yıllara, Pascal’dan Emin Çölaşan’a, M. Şevket Eygi’ye hep aynı kahırlı şikayet, hep aynı acı. Bunlara daha yüzlercesini, binlercesini eklemek mümkün.

 

Allah ile aldatmanın toplum ölçeğinde hangi kahırlara mal olduğunu anlamak istiyenler, genelde tüm İslam dünyasına, özel olarak da Taliban Afganistanı’na bakmalıdır.

 

Taliban vahşetine kocasını kurban vermiş ama kendisi kaçıp kurtulabilmiş bir hanımın dünyaya gözyaşları içinde anlattıklarından bazı cümleler:

 

“Cin, şeytan gibi çıkıyorduk sokağa. Birbirimizi tanımıyorduk. Erkekleri tanıyabiliyorduk sadece.... Çader denen çarşaf topuğa kadar olduğu için çıplak ayaklar fark ediliyordu. Çıplak ayakla yakalanan kadınlar beyaz tenli ve güzel ayaklıysa daha çok kırbaçlanıyordu. Çader öylesine sert ve ağırdı ki başımda taş taşır gibi oluyordum. Başımı yana çevirmezdim. Tıpkı koşudaki atlar gibiydik. Kadınsı hallerimiz belli olmasındiye 5 metrelik çader kumaşı tepemizde kalın plilerle birleşiyordu. Göz bebeklerimizin hizasında toplu iğne başı kadar iki delik vardı sadece. Kokuları bile alamıyordum.”

 

“Evlerin perdeleri bile kalın olacak. Evin içinin görünmesi de suçtur. Sokaklarda dolaşan, ‘kötülüğü engelleme gurupları’nın uygunsuz bulduklarını söyledikleri kadınlara istedikleri kadar kırbaç vurma hakları vardı.”

 

“Erkekler sarık yahut külah takmaya mecbur. Eğer saçları bunları dışında kalıp görünüyorsa hemen kazınıyor. Sakallar avuçlanıp ölçülüyor. Avucunun dışına çıkacak uzunlukta değilse dayak ve hapis cezası var. Ezan sesi duyulduğu an herkes panikle camiye koşuyor. Abdest varmı, yok mu bakılmıyor. Toplayıp namaza götürüyorlar...” (Hürriyet gazetesi Pazar eki, 22 Temmuz 2001)

 

Kısaca, tarihin en büyük kanlarının, dehşetlerinin, iftiralarının, ihanetlerinin, soygun ve vurgunlarının arkasında, aldatma ve susturma aracı olarak hep Allah var, din var, ‘kutsal’ yaftalı kavramlar, kişiler var.

 

Peki, ne oluyoruz? Kim ne yapıyor da din, insan hayatına bir zulüm ve kan aracı olarak giriyor? Kim ne yapıyor da bu böyle oluyor? Bu zehirli kahırdan kurtuluşun yolu nedir?

 

Bu, ‘olmak yahut olmamak’ sorusunun, bu ölüm-kalım sorusunun cevabını kalıcı ve kurtarıcı biçimde veren tek kaynak var, o da Kur’an’dır.

 

Kur’an’ın bir mucizeler kitabı olduğu hep söylenir. Ama o mucizelerin insan hayatına çıkışlar, ışıklar getirecek kısımlarına asla değinilmez. Hatta işin o tarafı bir soru konusu bile yapılmaz. Yapılsa ve sorulsa bilinirdi ki, Kur’an’ın en büyük mucizelerinden biri işte bu soruya getirdiği cevapta yatmaktadır.

 

O cevap, asırlardır gündeme getirilmemiştir, üstü örtülmüştür. O cevabı gündeme getirecek soru sordurulmamıştır. O soruyu sorduracak Kur’an ayetlerinin (bazı toplumlarda ve devirlerde tüm Kur’an’ın) üstü, akıl almaz oyunlarla örtüldüğü için, kitleler o soruyu soracak bilgi ve bilinç çizgisine asla ulaşamamışlardır.

 

Elinizdeki kitapla, o müthiş sorunun cevabını iyiden iyiye ayrıntıladık. Karşımıza ‘İsrafil Suru’ gibi bircevaplar serisi çıktı.bu nefesle de uyanmayanlara, şu Kur’an’ın ayetini okumaktan başka yapaçağımız hiçbir şey yoktur.

 

“Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini / birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur. Ve onlar için, Allah dışında koruyucu bir dost da olamaz.”(Ra’d, 11)

 

Meselenin önemi

Tarihin vicdan kulağımıza ve aklımıza ilettiği gerçeklerden biri de şu: İnsanlığın akıttığı kanların hemen tamamı din adına, dine fatura edilen kanlardır. Yani dinler bir anlamda kan dökmenin özendirildiği, zaman zaman, yer yer ibadete dönüştürüldüğünü birer şiddet ve dehşet ocağı olarak da kayda geçmiş bulunuyor.

 

Tarihin en büyük savaşları ‘Tanrı için’ tabelası altında yapılan savaşlardır. Bunun anlamlarının ilki şudur: Kanı en rahat ve en bol akıtmanın yolu onun Tanrı için  aktığını iddia etmek ve bu kanı akıtacakları bu iddiaya inandırmaktır.

 

Din hayatının, Allah ile aldatma zulüm ve hıyanetine bulaşmasını engelleyemeyen  toplumların din kaynaklı zulümlere, o arada, din kaynaklı terör kahrına uğramayacaklarını düşünmek, varlık yasalarını tersine işletmeye kalkmak kadar abestir.

 

Allah ile aldatılan toplumlarda, mutlu bir dünya için yeryüzünde Allah’ın iyileri kullanması engellenir, mutsuz bir dünya için kötülerin Allah’ı kullanması yürürlük kazanır.

 

Bu gerçeği iyi bilenlerden biri ve Engizisyon (Orta Çağda, Katoliklerde katı din inançlarına karşı gelenleri cezalandırmak için kurulan kilise mahkemelerinin adı) kahrı çekmiş bir çoğrafyanın çocuğu olan İtalyan düşünür Glordano  Bruno (Ölüm. 1600) ne güzel söylemiş: “Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Allah’ kullanırlar.”

 

Bu, şu demek: Din eksenli bir toplumda kitle, ana başlık olarak üç tip insandan oluşuyor:

 

1. Allah ve din adına hegemonya peşinde koşmadıkları (hatta Allah adına hiçbir iddiada bulunmadıkları) halde sürekli iyilik ve güzellik üretenler,

 

2. Tüm iddiaları Allah adına olduğu halde sürekli kötülük ve haksızlık üretenler,

 

3. Hiçbir şey üretmeden yiyip içerek gün geçiren ot takımı.

 

Bruno bunları elbette biliyordu. Uğraşını, öncelikle 2. gruptaki ‘kötülük üretenler’i tanıtmaya ve mümkün olursa uyarmaya adamıştı. Uğraşının ona kazandırdığı onur ve sonsuzluğun faturasını çok ağır ödedi: Kiliseyi ve din adamlarını eleştirdiği gerekçesiyle Roma’da diri diri yakıldı. Onu yakan zihniyetin çocukları ileriki zamanlar da küllerini törenle gömerek adına anıt mezar yaptılar. Neye yarar!

 

Allah ile aldatanların zulüm ve kahırları yıllar ve yıllar, milyonları aldatmış, soyup soğana çevirmiş, sadece kentleri, köyleri değil, umut ve beklentileri de yakıp yıkmış, kitleleri inim inim inletmiştir. Bu böyle olduğu içindir ki, Kur’an, insanlığı ‘Allah ile aldatma’ zulmüne karşı ısrarla uyarmaktadır. Daha doğrusu, böyle bir uyarıyı ilk yapan kitap Kur’an’dır.

 

Allah ile aldatmayı önlemenin tek çaresi Allah ile aldatmaya giden yolları tıkamaktır. Bu ana çareyi biraz ayrıntılarsak karşımıza şu üç alt başlık çıkar:

 

1. Dinin gerçeğini öğrenmek, sahte dini dinsizliklerin en kötüsü bilmek, bildirmek. Sahte dini yaşamaktansa dinsiz kalmanın yeğlenmesi gerektiğini önemle ve ısrarla anlatıp belletmek.

 

2. Dinin saltanat ve siyaset aracı yapılmasını durdurmak, yani laikliği esas almak.

 

3. Allah-insan arası bir değer ölçüsü olması gereken dindarlığı insanlar arası bir değer ölçüsü olmaktan çıkarmak.

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Allah ile aldatmanın kimliği

 

Aldanmak ve aldatmak kavramlarını karşılamak üzere Kur’an’da ‘ğurur ve ğırre’ köklerinden isim ve fiilller kullanılır.

 

Ğurur ve ğırre, “uyanık halde iken gaflete düşmeye denir.” (Ragıb el-Isfahani; el-Müfredat li Garibi’l-Kur’an, ğurur mad.) Türkçe’de ‘g’ harfiyle gurur şeklinde yazılan bu sözcük, “mal, ün, şehvet ve şeytandan kaynaklanarak insanı aldatan her şey” için kullanılır. Daha çok şeytanın aldatması için kullanılır. Çünkü aldatanların en iğrenci odur. İkinci derecede, dünya için kullanılır. Hz.Ali der ki: ‘dünya aldatır, zarar verir ve geçip gider.’ Aynı kökten gelen ğarar, tehlike anlamındadır. Çok süt vermesi beklenen devenin az süt vermek suretiyle aldatmasına da ğurur denir.” (Ragıb, aynı mad.)

 

Kur’an’da, aldatışlar ve aldanışlar arasında dikkat çekilenler küçükten büyüğe doğru şöyle sıralanabilir:

 

1. Yaldızlı-süslü laflarla aldatma-aldanma. (En’am, 112)

2. Beldelerde egemenlik kurmak, gezip dolaşmakla aldatma-aldanma. (Ali İmran, 196, Gafir, 4)

3. Dine sokulan uydurma ve iftiralarla aldatma-aldanma. (Ali İmran, 24, Enfal, 49)

4. Hurafeler, uydurmalar, anlamını bilmeden okuyuşlarla aldatma-aldanma. (Hadid, 14)

5. Sefil-rezil yaşayışla aldatma-aldanma. (Ali İmran 185; En,am, 70, 130, A’raf, 51; Lokman, 33, Fatır, 5; Hadid, 20)

6. Allah ile aldatma-aldanma. (Lokman, 33; Fatır, 5; Hadid, 14)

 

En tehlikeli aldatış şu ikisidir: Dünya nimetlerinin araç yapıldığı aldatış. Allah’ın araç yapıldığı aldatış. Araç kullanılarak sergilenen aldatış ve aldanışın en yıkıcısı ‘Allah ile aldatma’dır. Kur’an şöyle uyarıyor:

 

“Sakın, aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!” (Lokman, 33; Fatır, 5; Hadid, 14)

 

Bu özelliği dikkate alarak diyebiliriz ki; insanoğlunun en kahırlı bulanımları, Allah’ın araç yapıldığı aldatıştan kaynaklanan bulanımlardır. En zehirli zulümler de bu aldatıştan doğar. En kalıcı, en yıkıcı bozgunlar bu aldatıştan vücut verdiği bozgunlardır. Tarih buna tanıktır.

 

Bu gerçeği dikkate alarak şunu söyliyebiliriz:

 

Allah ile aldatma, hiçbir ödün ve uzlaşmayla aşılamaz. O, deyim yerinde ise ölümsüz bir beladır. Çünkü ölümsüz olan bir aracı kullanmaktadır. Oysaki diğer aldatmaların zararı bir şekilde sona erer. Çünkü onların ne kendileri ne de araçları ölümsüzdür.

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008



Allah ile aldatmanın temel aracı: Şeytan evliyası

“Gönlün ölü, leş aramadasın;

Ölü yıkayanın oğlusun sen!

Bedenindeki elbise bile

Bir ölünün kefeninden yapılmış!” (Mevlana Celaleddin)

 

Şeytan bir varlık kuvveti, bir ilkedir. Şer ilkesidir, varlığın karanlık gücüdür. Bu karanlık güç, elle tutulur güç olarak daima insanı kullanır.

 

Şeytanın kullandığı insanlar Kur’an’da ‘Şeytanın evliyası’ veya ‘şeytanın orduları’ diye anılmaktadır. Bu evliya veya ordular, Allah ile aldatmanın öncüleri, uygulayıcılarıdır.

 

1. Şeytanın evliyası. (A’raf, 27, 30):

Şeytan evliyası daha çok korku salarak tökezletir. Bu korkuya karşılık Allah’a sığınma ve Allah sevgisi öne çıkarılmıştır.şeytan evliyasının din-iman, cennet cehenem gibi Allah’ın Allah’ın tekelinde olması gereken olan ve kavramlarda korku saldıklarını unutmamalıyız. Nitekim, evliya patenyli din tüccarlarının bu tür korkularla insanları yıldırıp boyun eğdiklerini bilmekteyiz. Onlar, birer ahiret müfettişi gibi başlarına çöktükleri kitleleri korkutup bastırmakla ve çıkış yolu olarak kendilerini göstermek suretiyle de bu kitleleri sömürüp soymaktadırlar.

 

2. Şeytanın orduları (Şura, 95):

Ordular deyimi mutlak bırakıldığına göre, şeytancılığın her türden ordusu olduğunu düşünmek zorundayız. Bunlar; kan, zulüm ve fesat orduları olabileceği gibi bilim, teknoloji, strateji casusluğu yapan gizli ordular da olabilir. Sömürgeci-Emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinin bir kısmı, işte bu türden ordulardır. Ve bu ordular, düzenli askeri ordulardan daha güçlü ve işlevseldir.

 

bazı zeminlerde, büyük inkarlarla beslenen ve dini ifsat amacına hizmet eden sivil memurlardan oluşmuş‘kültür yoluyla bozgun orduları’ da vardır. Bunların sayısı, bazı çoğrafyalarda, bazı ülkelerin düzenli askeri ordularından daha kabarıktır. Ve bunlar bazı zeminlerde, askeri ordulardan, bakanlıklardan daha büyük meblağlarla beslenebilmekteler.

 

3. Hizbuşşeytan yani şeytanın özel ekibi (Mücadile, 19):

Hizbuşşeytan, şeytanın, din içinde iş gören ekibi olup Kur’an’dan uzaklaştırma, Kur’an’ı unutturma görevini yüklendiği özel timdir. Bu tim, şeytan tarafından iyice sarılıp kucaklanan bir ekip olarak tanıtılır. (Zühruf, 36; Mücadile, 19) Bu da bize, Kur’an’dan uzaklaştırma ve Kur’an’ı unuturma işinin şeytancılıkta çok özel ve önemli bir bir yer tuttuğunu gösterir. Gerçekten de dinci ve dinsiz şeytancıların en yoğun gayretle saf dışı etmek istedikleri diğer, Kur’an olmaktadır.

 

Hizbuşşeytan bu işi, Kur’an’ı hiç okutmayarak veya okuyanın anlayacağı dilde okutmayarak yapmaktadır. (Şeytanın bugünkü dünyadaki egemenlik ve tahribatı konusunda geniş bilgi için bizim,‘Kur’an açısından şeytancılık’ adalı kitabımıza bakılabilir)  

 

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Evliyacılık veya karadul tutkusu

“Nefsiyle yaşayanlar başka,

Kalbiyle yaşayanlar başkadır.

Kalbiyle yaşayanlarla

Rabbiyle yaşayanlar da başka olur.” Şems-i Tebrizi

 

Gök kubbenin altında Rabbiyle yaşıyan büyük ruhlu aziz insanların bulunduğuna inananlardanız. Bu kadar da değil, o insanların bazılarıyla birliktelik bahtiyarlığına erenlerdeniz. Onların gönüllerine girenlerindeniz. “Tanrı evliyası ile ‘şeytan evliyası’nı ayırmaktaki ısrarlı titizliğimizin sebebi biraz da bundandır. Bir malın gerçeğini tanımış olanlara o malın sahtesini kabul ettirmek kolay değildir. Bizim sözlerimizi, hele hele eleştirilerimizi bu gerçeği unutmadan değerlendirmek gerekir.

 

Yarım asra yakın bir zamandır, bizim önümüze değil Rabbiyle veya kalbiyle, nefsiyle bile yaşamayı başaramamış, şeytanla yaşamayı hüner sanmış ufuksuz örnekler kondu. Bunlar, Rabbiyle yaşayanların suretine bürünerek şeytanla yaşadılar ve hayatı, şeytanın istikametinde yaşatmayı görev edindiler. İşte Kur’an’ın ‘şeytan evliyası’ dedikleri bunlardır. Bunlar, Mevlana Celaleddin’in oğlu ve halefi Sultan Veled’in söylediği gibi ‘İdris kisvesine bürünmüş İblisler’ idi.

 

Sultan Veled’e göre, bir adam Allah adamı iddiasıyla mal mülk, menfaat-kudret celbi peşinde ise ona‘İdris suretinde İblis’ demek gerekir. (Sultan Veled, Maarif, 334) O halde, Allah ile aldatanlar, özelikle şeytan evliyası olanlar İdris suretinde İblislerdir.

 

Allah ile aldatılan kitle işte bu İdris kisveli İblislerin kahrı altında inliyor. Ankebut Suresi 41. ayet,‘Allah’ın berisinden evliya edinerek’ Allah ile aldatılanların yani şeytan evliyasına tutulanların korkunç bir ihanetle yüz yüze kalacaklarını bildirmektedir:

 

“Allah’ın birisinden evliya edinenlerin durumu, bir ev edinenin dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi / en zayıfı elbette ki dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi.”

 

Şeytan evliyasını dost ve destekçi edinenler, karadul diye adlandırılan dişi örümceğe sığınanlara benzetiliyor. Bu karadulun tipik özeliklerinden biri şudur: Büyük bir istek ve çekici cilvelerle çiftleşmeye çağırdığı erkek örümceği, çiftleşmenin ardından zehirleyip öldürür.

 

Tarihin en büyük zulümlerine imza atmış olan engizisyon-ruhban saltanatı bir karadullar saltanatıdır.

 

Karadul ihanetine dikkat çeken Ankebut 41. ayetin amacı, örümcek evinin zayıflığını göstermek şeklinde düşünülmüş ve orada kalınmıştır. Oysaki ayetin vermek istediği sadece bu değildir. Evin zayıflığından daha çok, ev sahibinin kahpeliğine dikkat çekilmiştir.

 

Karadul, çok farklı bir zehirlidir. Çiftleştiği örümceği, çiftleşme biter bitmez zehirleyip katleder. Kendisine güvenip misafir olmuş, zevk ve sefa bulmasına hizmet etmiş birine ihanet edenin kahpeliği söz konusudur burada. Tanrısal beyyine (belge, metin), işte bu kahpeliğe karşı insanı uyarıyor. Örümceklerden uzak durmamız için mi? Hayır! Karadula benzettiği ve ‘evliya’ diye andığı Allah ile aldatma Karadullarından uzak durmamız için.

 

Yedek ilahları ifade için kullanılan, ‘evliya’ tabirinin geçtiği ayetler gerçekten ürpertici nesajlar içermektedir. Bu ‘şirk ve şeytan evliyası’ ile kastedilen nedir?

 

Kur’an onlarca yerde, bunu tanımamıza yarayacak bilgileri vermiştir. Şeytan evliyası, bunu bildiği için Kur’an’ın Türkçesinin halk tarafından okunmasına şiddetle karşı çıkmaktadır.

 

Şeytan evliyası, Allah ile kul arasında aracı yapılan, Allah’a yaklaşmada yardımcı oldukları varsayılan (Zümer, 3) Allah katında şefaatçı oldukları ileri sürülen (Yunus, 18) şüreka (Allah’a ortak tutulanlar) türünün en belirginlerinden bir zümrenin adıdır.

 

Halk dilinde bunlara daha başka adlar da verilmektedir. Bilinmesi gereken, bunların Allah ile kul arasında bir komisyonculuk faaliyeti yürüttükleridir. Bu faaliyetinesası şudur: Allah’a kul olmak için, özellikle iyi kul olmak için bu haraç tezgehına az veya çok, şu veya bu şekilde bir şeyler vermek ve ondan onay almak zorunda bırakılıyorsunuz.

 

Kur’an’ın en kahırlı musibetlerden biri olarak yüzlerce ayette gündeme getirip insanı sakındırdığı bu illet, Allah’ın en dinmez öfkeyle cezalandıracağı şirk zulmünün temel görünümünden biridir. Bu illeti insanlık bünyesinden Kur’an temizledi, ama ne yazık ki, Allah ile aldatma dinciliği onu müslümanların hayatına bir ‘kurtarıcı’ yaftasıyla soktu.

 

Hak düşmanı evliyanın özelikleri, belirtileri, tavrı-tazı yüzlerce ayette gösterilmektedir. Şimdi biz tüm bu ayetleri göz önünde tutarak hangi sakatlıkları taşıyanların karadul evliyası sayılması gerektiğini gösterelim:

 

1. Din Kur’an’ın dışına çekmek,

 

2. Kur’an dışından haram ve helaller icat etmek,

 

3. Kur’an dışında tenkit edilmez, eleştirilmez kitaplar (zübür) kabullenmek,

 

4. Hz.Muhammed dışında eleştirilmez kişiler kabul etmek,

 

5. kendilerini veya bazı kişileri Allah ile insanlar arasında yakınlaştırıcı veya şefaatçı (Zümer, 3; Yunus, 18) görmek, göstermek,

 

6. İslam dinini tebliğ işini bir çete mantığıyla şiddet, tehdit, baskı, kandırmak, yalan, hile, ikiyüzlülük gibi şeytani-Yezidi politikalarla yürütmek.

 

7. Allah ve din adına yaklaştığı veya çağırdığı insanlardan ‘hediye’ adı altında veya ‘dine hizmet, cihat, maneviyatçılık, muhafazakarlık, maneviyatlı nesil yetiştirme’ vs. yaftalarıyla sürekli dünyalık toplamak,

 

8. Tebliğ ve fikir mücadelelerinde, kendisi dışındakileri ‘kafir, zındık, fasık, reformist, sünnet düşmanı.....’ gibi, tarih boyunca tüm din sömürücülerinin kullandığı ithamlarla karalamak,

 

9. “Gaye, vesileleri mubah kılar” putperest mantığıyla sürekli yalan söylemek, çalmak-çırpmak, ırza-namusa sataşmak,

 

10. Sünnet adı altında sürekli bir biçimde Arap Emevi örflerini din yapıp topluma pompalamak,

 

11. Hz.Muhammed’i Allah’ın elçisi olma konumundan çıkarıp Allah’ın ortağı olma noktasına doğru çekmeye yönelik kabul ve tavırlar sergilemek,

 

12. Hz.Peygamberi bir ‘tahalluk’ (ahlakını örnek alma) modeli olmaktan çıkarıp bir ‘teşekkül’ (şeklini esas alma) modeli haline getirmek,

 

13. Kur’an’ın okunup anlaşılmasına engel olarak din ve insanlık şu iddiaları ileri sürmek: “İbadet yanlız Arapça yapılır, Kur’an’ın çevrisiyle namaz kılınmaz, Kur’an abdestsiz, baş açık, diz çökmeden, hayızlı iken, lohusa iken okunmaz; Kur’an’ın Türkçe mealini okumak hatim sayılmaz....”

 

14. Allah’a ve Peygamber’e vekillik şeklinde algılamak, bir müşrik siyaset kurumuna dönüşen halifeliği, dinin bir gereği gibi göstermek suretiyle halkın raiyyeleşmesine engel olan Kur’an’sal buyruğu (Bakara, 104) saf dışı etmek.

 

Şeytan evliyesının tüm bu Kur’andışılıkları öetmek için kullandığı tek bir şey vardır: Halkın bilgisizlik ve duygusallığını sömürmek.

 

Yedek ilah anlamındaki şer evliyasının tanımı verilmemiştir. Bu da bir Kur’an mucizesidir. Şirkkonusunun tanımını vermeye ne hacet! Karanlığı tanımlamakla bir yere gidilemez. Işığı tanımlamak gerekir. Çünkü ışık tektir.

 

Karadullar, işini-aşını, emeğini-ekmeğini, sevgisini-itibarını sömürüp köleler gibi kullandıkları insanları tarih önünde rezil ettiler. Müslüman kitlelerin insanlık kervanında öncü rolünden çıkıp atık toplayıcı durumuna geçmesinin esas sebebi, Kur’an tevhidini kirleten bu karadullarınşirk zihniyetleridir.

 

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Mürşit lakaplı müşrikler (İdris suretinde İblisler)

‘İdris suretinde İblisler’ sözü, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’indir. (Sultan Veled, Maarif, 334)

 

Allah ile aldatanların önce çıkardıkları ve mürşit dayatmasıyla halka halka kabul ettirdiklerikişilerin büyük çoğunluğu Kur’an verileri açısından birer müşriktir. Müşrik olmak için Allah’a çaıkça ortak koşmak şart değildir. Müşrik olmak için Kur’an’ın şirk alemeti gördüğü şeyleri taşımak yeter.

 

“Şirk iki türlüdür: Sözlü şirk, hal ile şirk. Tanrı’nın oğul ve ortağı olduğunu iddia etmek sözle şirktir. İnsanın içinde Tanrı’dan başka şeyler için yer ve yol bulunması da hal ile şirktir.” (sultan Veled, Maarif,53)

 

Din dilinde şirk, yani tek olan Yaratıcı Kudret’e zatında (sayı olarak) veya tasarrufunda (yapıp-etmelerinde) ortak tanımaktır. Başka bir deyimle , şirk, Tanrı’nın ve Tanrılığın özeliklerinden birini bir başkasına tanımaktır. Bu, açık ve şuurlu olursa açık şirk, örtülü ve şuursuzca olursa gizli şirk adını almaktadır. Ragıb el-İsfahani (ölüm. 502/1108) bu noktada Büyük Şirk-Küçük Şirk ayrımı yapar. Ragıba göre:

 

“Büyük şirk Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmaktir ki, inkarın ve küfrün en büyüğüdür. Küçük şirk ise bazı iş ve fiilleri icra ederken Allah dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakarlık, ikiyüzlülük bu cümledendir.”

 

Hz.Peygamber, ümmeti adına şirkin en çok bu sinsi türünden korktuğunu söylemiş ve bu şirk türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:

 

“Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e , Ay’a, puta tapmaları değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir.” (İbn Mace, zühd, 21)

 

Gizli şirke değinen hadislerde dikkatler riyakarlık üzerine çekiliyor ve riya, gizli şirkin en yıkıcı görünümü olarak veriliyor.

 

Şeytan evliyasıyla mücadelenin sonuçlarından esas yararlanacak olan halkın kendisi de gayret göstermelidir. Kendisi için didinenlerin yanında olmalıdır. Ama halklar, belirleyici çoğunluğu itibariyle böyle olmaktan çok uzaktır.

 

Yüzyılımızın birçok ilahiyat bilgini, özelikle, ‘felsefi teoloji’ (philozopfical theology)nin üstadı sayılan ilahiyatçı filozof Paul Tillich (ölüm. 1965), faaliyetlerini her şeyden önce, dinin mitolojiden, hurafelerden arındırılması (demythologization of religion) üzerinde yoğunlaştırdı. Ne var ki, hurafeyi besleyen, ondan zarar gören halkın bizzat kendisidir. Halkı uyandırmak istiyenlere gelince, onların işi çok zordur. Tillich, bu uyandıma işinin hangi risklere mal olacağını anlatan şu düşündürücü ve ürpetici tespiti yapmıştır:

 

“Günümüz insanına din konusunda söylenecek ilk söz, ‘din’e karşı bir söz olmak zorundadır.” (The Protestan Era, 185)

 

Bunun daha açık anlamı şudur: Eğer gerçek dinde söz edecekseniz, kullandığınız ilk cümlegeleneğin oluşturduğu sahte dine karşı, onu rahatsız eden bir cümle olmalıdır. Aksi halde hem kendinizi hem de gerçek dini arayanları aldatırsınız.

 

Mitolojiden gerçek dine geçişte,  şüphenin yeri de yadırganamaz. Ne yazık ki, Türk halkı herkesten şüphe ettiği halde din adına konuşanlardan asırlardır şüphe etmemiştir. Halbu ki Kur’an, öncelikle onlardan şüphe edilmesi gerektiğini bildirmektedir. Tillich, bu anlamda şüpheyi felsefi bir değer olduğu kadar dinsel bir erdirici olarak da görür ve bir Kur’an müminlerinden beklenecek şu tespiti yapar:

 

“Kuşku, insanın kaçınılmaz elemetlerinden biridir. İman, çeseret içerir. O halde iman, bizzat kendisi hakkında kuşkuya da dayanabilmelidir. Varoluşla ilgili kuşku ve iman aynı gerçeğin iki kutbudur.” (Dynamics of Faith, 30)

 

Şunu asla unutmamalıyız: Din adı altında dinsizliğin en zehirlisini sahneyenler, dine karşı olanlar değil, dinin savunucusu olduğunu iddia eden Allah ile aldatma sahtekarlarıdır. Birçok insanı dine-Allah’a düşman hale getirenler de bunlardır.

 

Türkiye’de, her yerde, bazen her mahaledebunlardan birine veya birkaçına rastlanıyor. Çok usta olanları kendini uzun süre saklamayı başarırken bazıları kısa sürede küpün dışına sızıp yakayı ele veriyor. Esas bela, o bir türlü çatlatılmayan şirk ve lanet küpünün içindedir. O küpün patladığı gün, gerçek müminlerin kurtuluş günü olacaktır.

 

Allah ile aldatmanın en zalim ve alçak tezgahçıları olan İdris kisveli İblisler, insanımızın sadece kesesini ve kasasını boşaltmakla kalmıyor, iffet dünyasını da perişan ediyorlar. Kendinden 50-60 yaş küçük hanımlarla, “Peygamberimizde böyle yapardı” diyerek nikah kıyanlar, 13-14 yaşında kız çocuklarına, hatta oğlanlara mussalat olanlar hep hep bunlar içinden çıkmaktadır.

 

Servet babalarımızın bunların birine veya ötekine çuvallar dolusu para akıtmayanı, karı-kız pazarlamayanı yok denecek kadar azdır. Hem para akıtırlar, hem de hem de kulluğa-köleliğe kabul edilmeleri için el-etek öperler.

 

Mürşit kisveli müşrikler içinde resul olduğunu, hatta Allah olduğunu söyliyecek kadar çıldırmışlarına rastlamak bile mümkün.

 

İşe, birinci sınıf-ikinci sınıf müslüman ayrımı yapmakla başlarlar. Birinci sınıf müslüman daima kendileridir. Tefrikaya dönüşmüş şirkin temel göstergesi bu ayrımdır. Bu namertler, kendilerini birinci sınıf, diğer tüm insanları ikinci sınıf müslüman veya tamamen dinsiz olarak görürler. Açıkça söylemeseler de niyet ve tıynnetleri budur.

 

Kamil ve halis bir mümin, kendisini birinci sınıf müslüman, başkalarınıikinci sınıf müslüman asla ve asla göremez. Böyle bir iddiacılığa imanı, irfanı, edebi, Allah’a ve insana saygısı izin vermez. Bir adam, bu yetkiyi kendinde görebiliyorsa iman ve irfandan nasibi yok demektir.

 

Halkı yüzlerce, binlerce parçaya bölmek, mürşit lakaplı mürşiklerin öz sermayesidir. Bu bölmenin yarattığı ‘grup parselleri’ olmasa mürşit kılıklı müşriklerin hayatı söner. Bu yüzden, bir numaralı düşmanları birlik, kaynaşma, hoşgörü ve anlayıştır. Birlik ve beraberlik bu maskeli müşrikler için ölüm demektir. Birlik gelince sömürü biter; böyle olunca da İdris kisveli İblislerin saltanatları sona erer.

 

Birlik ve kucaklaşmaya giden yol, bilgi ve bilinçten geçer. Bu yüzden, mürşit kılıklı müşriklerin birliğin özeliklerinden biri de bilgi, bilinç ve düşünce düşmanlığıdır.

 

Mürşit patentli müşrikler, yıllar boyu, işte bu tavırlarıyla, halkı parça parça etmişler, özelikle büyük kentlerde irtica ve tehdit gettoları oluşturmuşlardır. Ülke, bir kamplar arenasına döndürülmüştür. Ve bu kampların her biri, Kur’an’ın eşsiz deyimiyle “kendi ellerindekiyle ferahlayıp avunmaktadır.” (Rum, 28)

 

Gençlik, bunlar yüzünden bir ‘hercümerç’ yaşıyor. Halk birbirine düşman edilmiştir. Dinci iktidar ise tüm bu şer oluşum ve gelişimleri korumakta, beslemektedir.

 

Mürşit patentli müşrikler yüzünden tam bir mahşer paniği yaşıyoruz.

 

Mürşit kisveli müşriklrin şaşmaz, değişmez bir tek birlikteliği vardır: siyaset ve saltanat çıkarları uğruna, adına siyasal İslam denen dinciliğin öncülüğünde ve şemsiyesi altında toplanıp nimet ve imkanları paylaşmak. Onlar paylaşırken ülke ve kitle çürüyüş ve tükeniş sürecine girer. Bu belki de Allah’ın bir takdiridir. Allah, “Sizi benimle aldatmasınlar!” uyarısına rağmen bu maskeli müşriklerin peşine takılanlara gaflet, cürüm ve zulümlerinin ağır cezasını belki de böyle ödetiyor. Hem malları gidiyor hem ırzları. Hakkın kanunu bu: Ceza amel cinsindendir. Ve, zalimi zalime musallat etmek de Allah’ın kanunları arasındadır.

 

Tarikat dehşet ve fesadının kirlettiği o nezih gönül kurumu tasavvufta, sahte mürşitleri tanıtmak için kullanılan bir deyim vardır: Kutta-i tarik.

 

Kutta-i tarik, Tanrı’ya giden yolu tıkayan, yol vurucu demek. Unutulmasın ki, bu yol vurma, eşkiyanın açık ve aleni tavrı içinde değil, Allah’a götürme adı altında, namertçe yapılır. Kutta-i tarik, Allah’a götürme adı altında Allah’tan uzaklaştıran nasipsizlerin unvanıdır.

 

“Bunların çoğu, insanların mallarını patlayasıya yerler de insanları Allah’ın yolundan alıkoyarlar.”(Tevbe Sursei 34)

 

Kitle bunların ya dirilerine kul-köle olmakta, yahut da türbe ve fosillerine tapmakta...

 

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Allah ile aldatmanın temel dayanağı: Dine yalan söylemek

Burda dinle İslamı kast ediyorum.

 

Dinin gerçek buyruklarını öne çıkardığımızda Allah ile aldatmanız mümkün olmaz. Bunun içindir ki, Allah ile aldatanlar sürekli bir biçimde dine yalan söyletirler; söyletmek zorundadırlar.

 

Bu yalanlardan biri olan Kur’an solculuğu ve solcuları din dışı ilan ediyor” yalanı yüzünden bu ülkenin en vatanperver evlatlarından bir kısmı yine en vatanperver evlatlarından diğer bir kısmı, “Bunlar sağcı-faşist, kapitalist uşağı” diyerek ötekileri kurşunladılar. Sonuç, binlerce Türk çocuğunun bir hiç uğruna toprağa düşmesi oldu. Tarihin en büyük günahlarından biri olan bu zulmün birinci derecede sorumluları, hiç kuşkumuz yoktur ki, dine yalan söyleten Allah ile aldatma ekip ve zihniyetidir. Onlar bu kötülüğü yaparken, bu ülkenin bin yıllık düşman Haçlı emperyalistlerle işbirliği ve dayanışma içinde olmak gibi bir zilletin de taşıyıcısı oldular. Yani süper Haçlı güç ABD çizdi, onlar oynadılar. Aynen bugün yaptıkları gibi.

 

Allah ile aldatmacıların bu ‘slculuk’ idialarına mesnet yapmaya kalktıkları Vaka Suresi, 8, 9, 27, 38, 41, 90, 91. ayetleri, sağcı-solcu ayrımına dayanarak yapılamaz. (Geniş bilgi için bizim Kur’an’daki İslamadlı kitabımızın Vakıa Suresi bölümüne bakabilir)

 

Kur’an, politikacıların yapıp yaşattıkları bir ayırıma onay vermekten arınmıştır. Ayetlerin böyle bir ayrımla hiçbir ilgisi yoktur. Kullanılan deyimler ‘ashabu’l meymene’, ‘ashabu’l-meş’eme’, ashabu’l yemin’, ve ‘ashabu’ş-şimal’dır. Meymene veya yemin; uğurlu, bereketli demektir. Meş’eme ise Türkçe’ye de geçmiş bulunan şom veya şomluk anlamındadır. Araplar, kendisinden kötülük beklenen hayırsız insanlara Ashabu’l meş’eme, iyilik ve hayır beklenen insanlara ise ashabu’l-meymene derlerdi. O halde, anılan ayetlerdeki ayırımın Türkçe karşılığı şu olur: Hayırsız ve erdemsiz insanlar-hayırlı ve erdemli insanlar.

 

Nitekim, 45. ayette, ashabu’ş-şimal, servet ve refahla şımarıp azanlar olarak tanıtılmıştır ki, günlük hayattaki solcu kavramından çok sağcı kavramına uygundur. Bu demektir ki Kur’an, kendi terminoloji içinde bir değerlendirme yapmaktadır. Bunu siyasal-güncel terminolojiye uydurmak doğru olmaz. Ne yazık ki, Allah ile aldatmayı bir sanat haline getiren din sömürücüler, bu konuda da Kur’an’ı ideolojik istismarlarına alet etmişlerdir.

 

Dini yanlış anlamak, kitleleri giderek dine yalan söyletme gibi çok zalim bir noktaya getirdi. Yanlışları başka yanlışlarlatamir sürecine girildi ve sürekli bir biçimde dine yalan söyletildi. Yani Tanrı karşısında işlenebilecek en yalan söyletildi. Yani Tanrı karşısında işlenebilecek en büyük zulüm sahnelendi ve bu, dine hizmet yaftası altında yapıldı.

 

İslam dünyası, o arada Türkiye, İslama yalan söyletmenin ağır ve kahırlı faturasını ödemektedir. Bulunduğumuz noktadaki zihin ve ruh halimize bakılırsa bu fatura ödeme süreci daha uzun süre devam edeceğe benziyor.

 

İslam dünyasının durumu gerçekten çok kötüdür. Ve bu ‘çok kötü’nün en kötü yanı da durumun kötü olduğunun henüz bilincinde olmamamızdır.

 

Dinde olmayan birçok haram, sevap, dokunulmaz alan, kural, ibadet icat edilmiştir. ‘Dindarlık’ yapay kutsallara saygıyla eşitlenmiştir. Bu durumda, Allah ile aldatanların anladığı anlamda ‘dindar’ olduğunuzda gerçek dinin dışına çıkarsınız. Onların anladığı gibi ‘dindar’ olmadığınızda ise ‘dinsiz’ diye damgalanırsınız. Tezgah işte böyle kurulmuştur.

 

Bugünkü İslam dünyasında ibadetler imanın belirişi olmaktan çıkmış, inadın tatminine dönüşmüştür. Bunun içindir ki cami sayısı artıkça dinden beklenen rahmet ve bereketin paydası düşmektedir.  Allah, İslam dünyasına, özelikle Türkiye’ye, adeta cami sayısıyla orantılı olarak tokat atmaktadır.

 

Allah’tan başkasına teslim olmama anlamına gelen İslam, Allah dışında her şeye ve herkese teslimiyete dönüştü. Hayatın ve dinin çekirdeği olan birey tahrip edilip işe yaramaz hale getirdi. “Sakın sürüleşmeyin!” (Bakara, 104) buyuran kitabın emri, tersine çevrilerek müslüman dünya sürüleştirildi.

 

Müslüman kitleler, özgürlük pankartları taşıyan kölelere dönüştürülmüştür.

 

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Allah ile aldatanların aradığı kitle: Raiyye

Raiyye (çoğulu: reaya) Kur’an’sal bir tabirdir ve ‘davar sürüsü’ anlamındadır. Raiyyeyi güdene ‘rai’denir ki çobananlamında kullanılmaktadır. Bütün krallık-sultanlık sistemleri bir raiyye sistemidir.Nitekim, bir padişahlık sistemi olan Osmanlı düzeninde halkın genel adı ‘raiyye’dir. Mondros Mütarekisi’nin ardında işgal edilen İstanbul’un o günkü manzarası içinde padişah Vahdettin’i ziyaret edip ona  Türk milletinin ayaklandığını ve işgalcileri er-geç topraklarımız dışına ataçağımızı, bundan emin olması gerektiğini bildiren ulema ve subaylara Vahdettin’in söylediği sözler tarih ve Kur’an mesajı açısından ibret ve dehşet vericidir. Olay şöyle gelişmiştir:

 

Osmanlı Mebuslar Meclisi 16 Mart 1920 günü işgal kuvvetlerince başladığında, Celalettin Arif, Rauf Orbay, Balıkesirli Müderris Abdülaziz Mecdi Efendi, Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca (Müddafaai Hukuk Cemiyeti geçici heyeti reisi, Konya Müftüsü, daha sonra Konya Milletvekili, TBMM 1. Reis Vekili, Şer’iye Vekili) durumun vehametini anlatmak üzere padişah Vahdettin’i ziyaret ederler. Aralarında şu konuşma geçer:

 

Vahdettin-Ecnebiler her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz.

 

Vehbi Hoca-Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır.

 

Padişah-Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadisler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankara’ya girerler.

 

Abdülaziz Mecdi (Sarayın penceresinden gözüken düşman donanmasını göstererek) – Bu kafirlerin kudreti, şu denizdeki toplarının menzili içindedir. Millet demir gibidir. Onu yıkamayacaklardır. Padişahım, müsterih olunuz. Millet sonuna kadar mücadele edecektir.

 

Vehbi Hoca – Millet, Vatanını son damla kanına kadar müdafa edecek ve Canabı Hakk’ın inayetiyle muzaffer olacaktır. Padişahım, buna itimat ediniz.

 

Rauf Bey – Hoca efendiler, zat’ı şahanelerine hakikatı arz ediyorlar. Padişahım, Millet hudutları dahilinde istikhalini ve makamınızı kurtarmaya azmetti. Millet sizden bir muahedeye imza koymanızı istirham ediyor. Aksi taktirde akıbet çok tehlikeli görünüyor. Siz, mahsur vaziyette olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur.

 

Sinirlenen Padişah, sert bir şekilde ayağa kalkar ve soğuk bir ses tonuyla şöyle cevap verir:

 

“Bu millet koyun sürüsü, bir çoban lazım. O da benim.”

 

Ve konuşmayı sona erdirir. Saraydan çıkacakları sırada Vehbi Hoca, arkadaşlarına dönerek şu tarihi cevabı verir.

 

“Bu adam nefsini islah etmezse akıbeti fenadır. Allah büyüktür. Bu millet halaskarını bulacaktır. Milleti koyun sürüsü addetmek Allah’ın rızasına aykırıdır. Yaşarsak çok şeyler göreceğiz.” (Cemal Kutay, Kurtuluşun Kuvvacı Din Adamları, 89, 156-157, 165)

 

Vahdettin nefsini asla islah etmedi, memleketini işgal edenlerle işbirliği yaptı, sonra da onlara sığınarakülkesini terk etti. Onun hakkında büyük bir ferasetle bir tahminde bulunan Vehbi Hoca, daha sonra (1 Kasım 1922) onun saltanattan indirilmesine ilişkin fetvayı yazma işini, Şer’iye Vekili olarak üstlenecektir.

 

‘Nuru’l – Beyan fi tefsiri’l Kur’an’ adlı ünlü tefsirin de müelllifi olan Vehbi Efendi’nin Padişah Vahdettin’in tahttan indiriliş ve halifelikten uzaklaştırılışını hükme bağlayan fetvası kısmen sadeleştirilmiş şekliyle şöyledir:

 

“Müslümanların Padişahı ve halifesi olan kişi, düşmanın, bütün müslümanlar aleyhinde mahva sebep olan ağır tekliflerini hiçbir mecburiyeti yokken kabul ile müslümanların haklarını müdafaadan aczini ortaya koyarak ve müslümanların mücahitçe savaşlarında düşman tarafına muvafakat ederek müslümanların çözülme ve mağlup olmasını hazırlıyan hareketlere fiilen teşebbüs ve bu tür yıkıcı hareketlere devam ve ısrar ve daha sonra da ecnebi himayesine iltica ederek hilafet makamını terk ve hilaffetten bilfiil feragat etmekle makamından şer’an indirilmiş olur mu? Elcevap: Olur.” (Kutay, aynı eser, 90)

 

Onun hakkında tarihin ve Türk milletinin hükmü açık ve nettir: Korkak hain.

 

Millet ve tarih mesela, Abdülmecit hakkında böyle bir hüküm vermemiştir. Oysaki Abdülmecit de Osmanlı’nın veliahtlarından biridir, halife unvanı almıştır. Mesele, Osmanlılık meselesi değildir. Milletin kurtuluş mücadelesine karşı olup olmama meselesidir. Abdülmecit millete düşmanlık yapmamıştır, milletin istiklali için canını koyanlar aleyhinde çalışmamıştır, onları aforoz etmemiştir. Ama Vahdettin, milli mücadele kahramanlarını aforoz ederek onlar hakkında ölüm vetfası verdi, Ankara’da Rıfat Börekçi de hutbeleri onun adına değil, millet adına okutarak onu millet adına aforoz etti.

 

1921 Nisan’ında Ankara’da Milli Mücadele hakkında bilgiler veren 28 sayfalık Fıransızca ve Türkçe bir broşör yayınlanmıştır. O broşürde ilk resim Abdülmecit Efendi’nindir. Sonraki resimler milli mücadele kahramanı komutanlarındır. Vahdettin’in resimi yoktur. Çünkü milletin hükmü budur. TBMM’nin Milli Mücadele günlerindeki zabıtlarına bir bakın, Vahdettin adının her geçtiği yerde Meclis’ten şu sesler yükselmektedir:

 

“Kahrolsun, hain, Allah cezasını versin.”

 

Bu sesleri yükselten Meclis’in yarıya yakını sarıklı din adamlarından oluşmaktaydı: Hocalardan, müftülerden, müderrislerden. Dahası var: aynı Meclis’te, konuşmacılar, Milli Mücadele’ye karşı sergilenen hıyanetlere ve bu hıyanetleri sergiliyen hainlere isim vermeden değindiklerinde salonda çoğu zaman “Vahdettin, Vahdettin! Allah kahretsin!” sesleri yükselmiştir.

 

Hırsları, çıkarları uğruna Osmanlı’ya ihanet ederek İngilizlerle işbirliğine giden Şerif Hüseyin gibi bir adam bile, yeri geldiğinde İngilizleri sorgulayabilmiş, onlara kuşkuyla bakabilmiştir. Türklerin Padişahı ve müslümanların Halifesi unvanını taşıyan Vahdettin ise bu kadarını bile yapamamıştır. ‘İngiliz Devlet’i Fahimanesi’ diye andığı, tarihin en büyük İslam düşmanı İngiltere’ye aralıksız ve teredütsüz bağlı kalmış, Türk milleti ile İngiltere’nin hesabı her çeliştiğinde İngilizler’in yanında yer almıştır. Sonra da hain, Şeyhülislam Mustafa Sabri’ye kaleme aldırıp yayınladığı ‘Beyanname’ adlı hezeyennamesinde, vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını anlatırken vicdan ve izanı sızlamadan kendisinden şöyle bahsedebilmiştir:

 

“Müvekkil-i zişanı olduğum Peygamber’in hicret sünnetini izledim.” (Orhan Koloğlu, Gazi’nin Çağında İslam Dünyası, 313)

 

Vahdettin kendisini, bütün olup bitenlerden sonra, İslam’ın temel esaslarına aykırı bir adlandırmayla‘Peygamber’in şerefli vekili’ diye anmaktadır. Bu da yetmiyor, İslam’ın baş düşmanı işgalcı İngilizler’e sığınışını ‘hicret’ olarak gösteriyor ve Haçlı’ya sığınma rezilliğini ‘Peygamber’in sünneti’ diye anıyor.

 

Vahdettin’in o beyannamede İslam açısından işlediği suç sadece bu kadar değildir. Beyannemesinin bir yerinde şunu söylemek bedbahtlığını  gösteriyor ve farkında olmadan küfre yelken açıyor:

 

“Beni haksız yere ihanetle suçlayanlar saltanatla hilafeti ayırarak saltanat-ı Muhammeddiyeyi yıkmış, sadece vatanlarına değil, İslam’a da ihanet etmişlerdir.” (Kaloğlu, aynı eser, 313)

 

Bu kendinden habersiz adam, demek istiyor ki,

 

“Benim saltanatıma son verilmesiyle Hz.Muhammed’in saltanatı da bitmiştir. Bunu bitirende Milli Mücadele’yi verenlerdir.”

 

Dikkat edilirse, Vahdettin, Hz.Peygamber’in sıfatının başına bir ‘Hz.’ Bile eklemezken kendisinden‘zişan’ (şanlı şerefli) diye bahsediyor. Hem de Cenabı Peygamber’in isminin tam yanında. Halbuki, İslam terbiye ve geleneği, o ifade ‘zişan’ sıfatının Hz.Peygamber’e verilmesini gerektirir. Büyük Osmanlı’nın gerçekten büyük Padişahlarının yaptıkları gibi. Bu büyük cihan Padişahları, Kabe’ye veHz.Peygamber’in türbesine hizmetlerini anlatırken, kendilerini Araplar gibi ‘sahibl-Haremeyn’ (Mekke ve Medine’nin sahibi) diye değil, ‘Hadimul-Haremeyn’ (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) olarak anmışlardır.

 

O Osmanlı’dan, Vahdettin gibilerin temsil rttiği Osmanlı’ya geliş ne büyük bir acı, ne büyük bir talihsizliktir!

 

Kur’an, işte bu sistemleri ‘bozgun ve zillet sistemi’ olarak nitelemektedir. (Nemi Suresi, 34)

 

Kur’an, Bakara 104. ayette, mensuplarını raiyyeleşmekten kaçırmaya çağırmaktadır:

 

“Ey iman edenler! ‘Raina!2 demeyin, ‘Unzurna!’ deyin / Bizi davar gibi güt!’ diye konuşmayın, ‘Bize bak!’ diye konuşun ve dinleyin.”

 

Bu çağrı, demokrasi’nin, özgürlük ve yetkin bireyin temel söylemidir. Kur’an, iman sahiplerini davar sürüsüne dönmeye çağırmakla, biraz da bu gerçeğin altını çizmektedir.

 

Davarlaşmış bir kitle, şeytana teslimiyet malzemesi olmaya hazır demektir. Bunun içindir ki şeytan, kitleyi teslim alma stratejisinin ilk faliyeti olarak kitleyi davarlaştırır. Yani aklını işletmez., sorgulayamaz,“Neden ve niçin?” sorularını sormaz hale getirir. Bu, “Gelen ağam, giden paşam” kitlesi, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” rahatlığı tercih etmeye başlar. İşte, davarlaşma noktası bu noktadır.

 

Dinci siyaset kadroları veya din üzerinde siyaset yapan kadrolar, şeytanın ordularından biri olan din sınıfı ile kader birliği yapan bir Şeytan hizbi dir. Bu timle bu ordunun işbirliği gerçekleşmeden Allah ile aldatmanın hedefine varması asla söz konusu olamaz. İslam dünyasında bu işbirliği asırlardır yürülükte bulunuyor. Günümüz Türkiyesi bu işbirliğin en tipik görünümlerine sahne olan bir çoğrafyadır.

 

Bir yandan “İslam’da din sınıfı yoktur” derken öbür yandan, imamlara yılda iki katrilyon devlet parası maaş olarak dağıtılmaktadır. Bu, İslam’ın bütün buyruklarına aykırı bir Hıristiyani yapıdır.

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Allah ile aldatmanın üç dayanağı

İslam’ın erken dönem diplomasisinin önemli isimlerinden biri veya aynı zamanda saygın bir fıkıh bilgini olan Ebu Hamza el-Harici (Ölm. 130 / 747), İslam’ı yozlaştıran Emevi krallığının kurucusu Muaviye’nin yönetimini ve kişiliğini anlatırken, hem Allah ile aldatmaya hem dinci siyasetleri tanımamıza yardımcı olan muhteşem bir tespit yapmaktadır. Şu ibret dolu sözleri söylüyor:

 

“Hz.Peygamber tarafından hem kendisi hem de babası lanetlenmiş bir adamdı. Allah’ın kullarını havel, müslümanlarınmallarını düvel, Allah’ın gönderdiği dini değel yaptı. Sonra da yok olup gitti.(Cahız; el-Beyan ve’t-Tebyin, 2 / 123)

 

Bizi burada ilgilendiren, Muaviye değil, Ebu Hamza’nın sözündeki ürpetici ilkesel gerçektir. Bu ürpetici gerçeği görmek ve gereken dersi çıkarabilmek için, Ebu hamza’nın kullandığı üç kilit kelimeyi tanımamız gerekiyor: Havel, düvel, değel. İşte bu kelimeler, İslam’ı, Canab-ı Hakk’ın gönderdiği din olmaktan çıkarıp bir siyasal, ırksal, okonomik bir sömürünün kutsal aracı haline getiren zihniyet ve soyun (Kur’an bu zihniyet ve soya ‘lanetlenmiş zihniyet-soy’ diyor) kimliğini açığa çıkarmakta ve gelecek zaman boyutlarına ışık tutmaktadır. Elbette ki tarihten ders almak ve o dersin gereğini yerine getirmek niyetinde olanlar için.....

 

Dini, insanları sömürme ve hegemonya altında tutma aracına dönüştürenlerin bunu yaparken ortaya koydukları tablonun üç görünümünden biri olan havel, köleleştirmek demektir. Dini Allah’ın iradesinin dışına çekerek insanı sömürme ve kahır altına alma kurumuna dönüştürenler, ilk iş olarak Allah’ın kullarını köleleştirirler. “Bize köle olun, sizi cennete götüreceğiz” diyerek, Kur’an, bu köleleştirme zulmüne yenik düşmenin reçetesi olarak iki temel buyruk vermektedir. İlki ve en önemlisi şudur: Raiyyeleşmeyin, yani davar sürüsüne dönüşmeyin! Bakara Suresi 104. ayette verilen bu buyruk, İslam tarihinde ilk kez bu satırların yazarı tarafından gerçek anlamıyla gündeme getirilmiş ve ‘Yeniden Yapılanmak’ kitabıyla ayrıntıları verilmiştir.

 

Raiyyeleşmemek yani davar ve köle sürüsüne dönmemek isteyen bir toplumun yönetimi şura ve bey’atüzere olacaktır ki bu da reçetenin ikinci önerisidir. Şura, bir Kur’ansal terim olarak, yönetenlerin, yönetilenleri, yönetilenlerin de yönetenleri denetliyebildikleri bir sistemi ifade temektedir. Şura, Allah ile aldatanların iddia ettikleri gibi, ‘padişahın danışmanlar tutması’ değildir.

 

Şura ve bey’atin günümüz dünyasındaki terminolojik adı, cumhuriyet ve demokrasidir.

 

Emevi kalıntısı sömürücülerin İslam’ı neden cumhuriyet ve demokrasi karşıtı ilan ettiklerini buradan hareketle anlamak çok kolaydır. Onlar için demokrasi, tam tepe noktaya oturuncaya kadar kullanılabilecek bir ‘müstekreh’ (iğrenç) vasıtadır. İş bitice kaldırılıp atılır ve bir daha ağzına alanın anası ağlatılır; daha önce yağcılık ve yalakçılık yaptığına bakılmadan.

 

Dini kin ve saltanat aracı yapan zihniyetlerin zulüm göstergelerinin ikincisi olan düvel, halkın malını saltanat elde etmek için kullanmak demektir. Allah ile aldatanların esas işi budur.

 

Din adına insanlık suçu işleyen politikaların, Kur’an tarafından ısrarla gündeme getirilen zulümlerin alameti farikası, sergilenen zulüm ve sömürünün, aldatılan halka finanse ettirilmesidir. Bunun içindir ki, Kur’an’a dayanarak şunu rahatlıkla söylüyoruz:

 

Sahte dinin sömürüsü pahasına ‘dindar’ olmaktansa, dinsiz kalmayı tercih edin! Çünkü bu taktirde hiç değilse gerçek dini bulma ümidiniz canlı kalır. Kimseye zor veya garip gelmesin, Kur’an’ın yolu ve buyruğu budur.

 

Allah’ın elinden çıkarmamış bir ‘din’in kime ne hayrı olmuştur? ‘Uydurulmuş din’, halkın malını düvel,yani saltanat ve hegemonya aracı yapmanın ötesinde hiç bir değer yaratmaz.

 

Zulüm ve göstergesinden üçünçüsü olan değel ise ‘bir değeri veya kurumu pusu kurmak amacıyla kullanmak’ demektir. Dini saltanat ve baskı aracı yapan zihniyetler için din, daima bir ‘dokunulmaz ve teftiş edilemez sığınak’ olarak kullanılmıştır. Bu sığınak, dinin kutsal kavramlarıyla parlatılmış maddelerle sıvanır ve hiçbir kuvvet, bu ‘sıvanmış bölgeler’den içeri girmeye cesaret edemez. Çünkü kutsal zırha dokunmayı aklınıza getirdiğiniz anda aforoz ve tekfir (kafir ve dinsiz ilan etme) mekanizmaları acımasız bir biçimde çalışmaya başlar ve doğduğunuza pişman olursunuz.

 

Dini değel yapan zihniyetlerin kutsal malzemeleri kullanarak oluşturduklaru pusuyu dağıtmanın yolunu-yöntemini gösteren tek rehber Kur’an’dır. Bunun içindir ki, şu gerçek, din konusunun en hayati noktalarından biri olarak karşımıza çımaktadır:

 

Dini sömürenlerin Kur’an’dan duydukları rahatsızlık, dinsizliği sömürenlerin duydukları rahatsızlıktan birkaç kat daha fazladır.

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Allah ile aldatmanın sivil destek kuruluşları

“Beni bir kez aldatırsan sana

Yazıklar olsun; beni iki kez

aldatırsan bana yazıklar olsun.” Çinli bilge Sun Tzu

 

Allah ile aldatmanın değişik maskeler kullanan çok çeşitli destek kuruluşları vardır. Konu Allah ile aldatmak olduğuna göre, bunların ortak özelliği, elbette ki din söylemi kullanmalarıdır. Örnek olarak en güçlü dinci grupların durumuna bakalım:

 

Türk insanına yönelik Allah ile aldatma faaliyetine alt yapı oluşturan ve bunun için de sürekli dinci söylemler kullanan bazı dinci gruplar ve etki imkanları şöyledir:

 

Milli görüş örgütü:

33 yayın, 330 dernek, 33 vakıf, 8 dershane, 48 şirket....

 

Fethullahçılar:

16 yayın, 23 drenek, 220 vakıf, 24 pansion, 570 dershane ve okul, 96 şirket...

 

Süleymancılar:

6 yayın, 2100 dernek, 14 vakıf, 1750 pansion ve kurs, 28 şirket...

 

Şiddetçi-radikal örgütler:

89 yayın, 95 dernek, 19 vakıf....

 

Muhtelif dinci gruplar:

100 küsür yayın, 100 küsür dernek, 50 küsür vakıf, muhtelif pansionlar ve kurslar....

 

Toplam rakamlar:

170 yayın, 2570 dernek, 316 vakıf, 1780 pansion ve kurs, 580 dershane ve okul  ile yaklaşık 180 şirket....

 

Ekleyelim ki, bu tablo, 2003 yılı iti,bariyledir. Yani bu kitabın yayınlandığı günlerden beş yıl öncenin tablosudur. Allah ile aldatmayı en illeri boyutta kullanan AKP’nin iktidar dönemi olab son birkaç yılı da dikkate alarak yeni bir değerlendirme yaptığımızda burada verilen rakamların iki üç katına çıktığını söylemek gerekir.

 

Bu tabloyu, dinci gruplarca açılmış resmi okullar, gayri resmi kurslar, muhtelif tarikatların sahip bulunduğu adı konmuş veya konmamış yardımlaşma, propağanda, siyaset üretme ekip ve ocakları ile birlikte düşündüğünüzde tam bir saltanat ve egemenlik ordusuyla karşılaşırsınız.

 

Bu sayılanlara siyasal, dinsel, ekonomik hesaplarla destek veren liberal patentli şirket, holding, basın kurumu gibi odaklar da eklemeliyiz. Bu sonuncu destek gruplarının, anılan dinci oluşumlara akıttıkları para, akıl ve hafsalanın düşünebileceğinin çok ötesindedir.

 

Türkiye Diyanet Teşkilatı’nın, 700 civarındaki imamhatip okulunun ve 30 civarındaki ilahiyat fakültesinin de büyük ölçüde bu dinci anlayışın güdümünde olduğunu unutmamak zorundayız. Dahası, yüz bin civarındaki cami de Allah ile aldatma harekatında şöyle veya böyle, az veya çok kullanılmaktadır.

 

Tüm bu saydıklarımızdan belki de hiç geri kalmayan meblağlar, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürkçü aydınlanmayı çökertmek istiyen müslüman ve gayrimüslüm dış güçler tarafından sağlanmaktadır.

 

BOP projesi ve ılımlı İslam denen irtidat ve sömürü dininin, müslümanları cenderesine alması içinABD’nin döktüğü paranın da bu saydıklarımıza eklenmesi gerekir.

 

Özetliyelim: Türkiye’de bugün, Allah ile aldatma dinciliğinin ulaştığı ekonomik güç, devletin gücünün çok üstünde kabul edilmek gerekir. Bu gücün aşamıyacağı tek ‘karşı güç’ Türk ordusudur. Sebep, ordunun silahlı bir kuvvet oluşudur. Eğer silahı kenara koyarak veya dikkate almayarakdüşünürseniz, Allah ile aldatan güç yanidinci siyaset ve saltanat, Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışmasız en büyük gücü olarak kabul edebiliriz.

 

Türkiye’de rejim, kendisine açıkça kafa tutan bir karşı rejim oluşumuyla yüz yüzedir. Resmi rejimin tek şansı ve avantajı TSK’dir. ABD ve AB ve içteki dinci gücün sürekli ve sistemli bir biçimde TSK’ya vuruşunun hikmet ve sebebi üzerinde şimdi bir kez daha düşününüz.

 

Allah ile aldatmanın ulaştığı bu korkunç güç, liberal, özgürlükçü, AB’ci, ABD’ci adlarıyla anılan, esasında ise çıkarlarını vicdan ve insan değerlerinin her zaman üstünde tutmuş olan ‘sözde Türk basını’tarafından da desteklenmektedir.

 

Türkiye’nin geleceğini değil de kendi çıkarlarını düşünen medya için Atatük’ün kullandığı iki tabir ibret verici ve sarsıcıdır:

 

1. ‘Vatansız matbuat’,

2. ‘satılmışların hakimiyet’i kalemiyesindeki matbuat.’ (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3 / 278)

 

Atatürk bu ifadelerle, ‘Bizans levsiyatıyla mülevves’ (Bizans pislikleriyle kirlenmiş) gördüğü İstanbul’da kümelenen basını kastetmektedir.

  

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Allah ile aldatmanın hüküm odakları

İslam düşüncesinin doruklarından biri olan Endülüslü fakih-metodolojist Ebu İshak eş-Şatıbı (Ölm. 790 / 1388) İslam’a uydurmalar, hurafeler sokan dinci iftiracılığı tanıtırken şöyle bir saptama yapıyor:

 

“Ma’sıyet (günah) ma’sıyet olarak kaldıkçaAllah’a iftira seğildir: ama na’sıyet dinde teşri (kral koyma yetkisi) aracı yapıldığında Allah’a iftira olur.” (Şatıbı; el-I’tısım, 2 / 41)

 

İnsan, insan olarak günah işler; bu normaldir. Günah işlemek insanı ne dinsiz ne de Allah düşmanı yapar; sadece günah işlemiş insan yapar. Ancak işlenen günah, Allah’ın yetkilerini kullanmak, dinde buyruk makamı gibi davranmak, dine hükümler eklemek, kısacası, dinde teşrii yetki kullanmaktan kaynaklanıyorsa bunun adı sadece günah değil, Allah’a iftiradır ki zulün ve şirkin en lanetli türüdür. (Kur’an, En’am, 93, 144).

 

Allah’ın en büyük öfkesine çarpılanlar, imanı olup da eksikleri, günahları olan insanlar değil, ibadet ve din savunuculuğunda kimseye söz bırakmadığı halde dine sürekli hüküm ekleyen, dini sürekli kendi güdümüne alan dincilerdir.

 

Dinde teşrii yetki kullanma suçu, İslam dünyasında tarikatlar ve mezhepler tarafından bilerek veya bilmeyerek asırlardır işleniyor. Son zamanlarda buna, din üzerinden siyaset yapanların ‘dini siyasal parti ile eşitleme’ zulümleri eklendi, bu zulüm, dini kendisi ve partisiyle eşitleme ve kendisini Allah’ın vekili, sözcüsü gibi ortaya sürme zulmüdür. Dinci terörün başlangıç noktası budur.

 

Tüm insanlığın ortak kurumu olan dini, kendi siyasal organizasyonunun başarı aracı yapan bu zalim mantık, daha doğrusu bu müşrik günah şöyle sergilendi.

 

Önce, dindarlık, birilerinin alameti farikası ilan edildi, ardından din baronlukları, din dükkanları, dokunmaz-eleştirilmez ‘efendiler, üstadlar, mücahitler’ (!) ve daha neler neler yaratıldı. Bunlara, sadece ve sadece peygamberlerin kullanabileceği bir yetki, dinde sözcülük hakkı verildi. Bunun ardından, bunların, halkı ‘iyi dindar, zayıf dindar, günahkar, dinsiz, din düşmanı, mürted’ gibi sınıflara ayırma hakkı kullanmalarına seyirci kalındı. Onların bu yaftaları yapıştırırken, hareket noktası olarak kendilerini, kendi ekollerini, tarikat, mezhep veya partileriniesas aldıklarını kimse fark edemedi.

 

Bunların din-iman-Allah-Peygamber diye bir kaygılarının olmadığı, insanları aldatmak için dini ve Allah’ı kullandıkları, kısacası Allah ile aldattıkları fark edildiğinde iş işten çoktan geçmişti.

 

Bu zihniyetin Allah ile aldatan tezgahı şöyle işletiliyordu:

 

“İslam demek dinde bizim anladığımız demektir. O halde bizim akdediğimize kara, iyi dediğimize kötü diyenler otomatik olarak İslam dışıdır. Karşı çıkış gerekçeleri, kanıtları ne olursa olsun, fark etmez. Biz Allah’ın askerleri, temsilcileriyiz. Allah’ın temsicilerine din ve Allah adına kanıt gösterilemez. Müslümanlık belgesi, bizim defterimize kayıtlı olmanın ta kendisidir. Öteki yollar, İslam’a ve cennete değil, patatese çıkarır.”

 

Bu talihsiz mantık, bir şer formülü olarak şöyle der:

 

“Müslüman vardır ve o biziz; kafir vardır ve o da bize karşı olanlardır. Ve biz, bize karşı olanlara her şeyi yapma hakkına sahibiz.”

 

Bu mantığın bağlı olduğu saltanat ve siyaset damarı, Hz.Muhammed’in ‘konuşan Kur’an’ unvanını verdiği Şah-ı velayet Hz.Ali’yi secde halinde iken katletmiş ve gerekçe olarak da, “Kafir oldu da onun için öldürdük!” demiştir.

 

Gerçek müslümanlar dindarlar dinlerinintarihini ve kitabını gereğince okuyup anlasalardı bunu görürlerdi ve dinle kendi anlayışını eşitleyen zihniyetin Türkiye’yi nereye götüreceğini daha ilk adımda anlarlardı. Ne yazık ki bunu yapamadılar, anlıyamadılar. Daha acısı, anlamamaya ısrar ve iştahla devam ediyorlar. Hemde dünya ölçeğinde bir gafletele.

 

Bu namert oyunun nasıl yürütüldüğüne canlı bir örnek verelim: bunların gemiyi azıya aldıkları ve kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayanların erkeklerine piç, kadınlarına fahişe diye hitap edebildikleri günlerde ekranlara bir eş çinsellik olayı getirilmiştir: bir Kur’an kursu hocasının erkek öğrencisiyle cinsel ilişkisi tespit edilmiş ve bu rezaletle ilgili yayınlar yapılmıştır.

 

Bize de sordular: “Kur’an adının arkasında böyle bir rezilliğin işlenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?” doğal olarak bundan tiskinti duyduğumu, bu tip ruhsuz ve ahlaksızların Kur’an’dan ve onun değerlerinden uzak kalmaları gerektiğini, İslam’ın bu tipler yüzünden ithama maruz kaldığını, vs. söyledim. Bunun üzerine, telefonler, fakslar, mektuplar işledi; bununla da yetinilmedi, yüz yüze sataşmalar sergilendi. Hepsinde ortak söylem şuydu:

 

“Müslümanlara hakaret edildi, siz de buna destek verdiniz.”

 

Mantığa bakın: Kur’an’ın arkasına gizlenerek iğrençlik sergilemek İslam’a hakaret olmuyor da bunu tespit ve teşhir edip halkı uyarmak müslümanlara hakaret oluyor!

 

Dinle kendisini ve ekibini eşitlemenin en namert belirişi, ‘öteki’ ilan edilenlerin her türlü ithama maruz bırakılmalarıdır. Bu azmışlıktan insaf, acıma, insanlık bekleyemezsiniz. ‘Öteki’ ilan edilenler akıl almaz bir vicdansızlıkla itham edildiler! Afkanlı kadınların, hiç değilse uluslar arası yardım kuruluşlarında çalışmasını isteyen yabancılara karşı Taliban’ın cevabı şu olmuştur:

 

“Bu kadınlar, KGB tarafından eğitilmiş casuslardır. 35 bin Afganlı kadın KGB tarafından eğitilmiş bulunuyor. Bunun için bunların ev dışına çıkmasına, hele hele çalışmalarına izin vermeyiz.”(Milliyet Gazetesi, 14 Temmuz 2000)

 

Yıllardır evinden çıkmasına izin vermediğiniz bu mazlum kadınlar nasıl ve nerede KGB eğitimine tabi tutuldular?

 

Allah ile aldatan zihniyet hep böyledir ve hep böyle olacaktır. İkna ile yaptıramayınca tehditle, o da olmayınca tedhişle yaptırır. Hangi yöntemi esas alacağını, ayağını basışındaki ‘sağlam derecesi’ belirler. Ayağını basışı tam sağlam değilse, hurafa dininin temel iman esaslarından biri olan ‘takiyye’yi işleterek durumu idare eder.

 

Bu ıstırap verici olumsuzluğun ağır ve acı faturasını, ne yazık ki dünyanın her yerinde, yine masum dindarlar ödüyor.

 

Özetliyelim:

Hiçbir zulüm ideolojisinin vahşeti, Allah ile aldatmanınki kadar karanlık ve korkunç olamaz. Ve insanlığın hiçbir düşmanı Allah ile aldatanlar kadar yıkıcı olamaz!

 

Allah ile aldatmanın demokrasi vs. adına meydan açmak ise Allah’a isyan etmek ve demokrasiyi intihara itmektir. İnsanlığın bunu daha fazla vakit geçirmeden anlamasını temenni ediyoruz.

 

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Takva veya Dindarlığın Allah ile aldatma aracı yapılması

Takva (dindarlık, daha dindar olmak) kavramını Kur’ansal miverinden çıkarmanın iki ana tahribatı var:

 

1. Dinde ğuluvv (aşırılık, fanatizm): Parsa toplamak için başlayan ‘daha dindar olmak’ yarışının göstereceği yer budur.

 

2. Şiddet ve terör: Ğulüvvün yarattığı sahte dine uymayanlar giderek dinsizlikle itham edilir ve bu sahte dine karşı çıkanlar düşman caniler gibi görürler.

 

Özdemir İnce’nin araştırmasından öğreniyoruz ki, Fransa’daki dinci fanatikler mini etekli bir kızı yakmışlar. Jacgues Chirac tarafından kurulan Laiklik komisyonu’nda üye olan Gaye Petek anlatıyor.

 

“Son bir yılda mahallelerde kızlara karşı yoğun baskılar ortaya çıktı. Gündelik hayat tarzı tehdit edilmeye başlandı. Bir genç kız, mini etekle dolaşıyor diye bir sitenin çöp odasında diri diri yakıldı. Bazı erkekler mahalle ve sitelerin Ali kıran, baş keseni olmaya ve işi, insanların nasıl yaşayacaklarına karar vermeye kadar vardırdılar. 20 yıldır gettolarda olup bitenler gizlendi.”

 

Paris’te kardiyalog olarak çalışan Demir Fırat Onger şöyle diyor:

 

“Kadın bir hukukçu jüri üyesi seçildiğinde, ön görüşmeler sırasında başı açık geldiği mekana, duruşma sırasında başı burmalı olarak geliyor.” (Hürriyet, 20 Aralık 2003) Toplumu dinamitleyen bir numaralı bozgun işte bu ayrımdır. İmam-Hatip savunuculuğu buna dayandırılmıştır.

 

Bu sektörler ayaklarını sağlam bastıklarında bunun arkasında ‘birinci sınıf müslüman’ olmamanın neden niçinleri gündeme getirilecek, yani “Neden daha iyi müslüman değilsin?” sorgulaması başlayacaktır. Yıllardan beri, “Dinde ikrah yoktur ama bu ilke, dinin içindekiler için geçerli değildir.” Diye Kur’an dışı bir hezeyanı ha bire canlı tutmaları boşuna değildir. Onu canlı tutuyorlar, çünküyakın bir gelecekte kullanacaklarını biliyorlar.

 

Türbanda da aynı anlayış ve taktik geçerli olacağa benziyor.  RT Erdoğan’ın İspanya’da seslendirdiği“Türban siyasal simge olursa ne yazar, simge ise simge” mealindeki meydan okumasının startının verdiği süreç böyle bir süreçtir. Anlaşılan o ki, bütün mesele ayağını sağlam basmakta.

 

Alman Cumhurbaşkanı Johannes Rau şu sözü söylerken din adına dayatmanın acısını çeken bir tarihin çocuğu olarak konuşuyor:

 

“Kökten dincilik engellenmeli, tüm dinsel semboller yasaklanmalı” (Cumhuriyet, 13 Aralık 2003)

 

İbadeti saptıranları hayat, ahlaksız manzaraları sergileterek rezil etmiştir. Siyasal İslam’ın sahneye çıktığı günden beri, mesela Türkiye’de, en büyük ahlaksızlık, soygun ve talanların dosyaları siyasal İslamcı-dinci ekiplerin dosyaları oldu. Hz.Peygamber diyor ki:

 

“Kişi, ahlakının güzelliği ile geçeleri ibadetle, gündüzleri oruçla geçirenlerin ulaşacakları derecelere kesinlikle ulaşabilir.” (Elbani; el-Ahadis es-Sahiha, 2/421 – 423, 503, 569)

 

Temel aldatma aracı olarak namaza dikkat çekmeliyiz. Türkiye’de, siyasal İslamcılığın devreye girdiği günden beri namaz artık bir meydan malzemesine döndürülmüş, bütün ruhaniyeti, erdiriliciliği, saffet ve güzelliği yok edilmiştir. İslam tarihinin en kahırlı aldatma tabloları, namaz kullanılarak yaratılmıştır. Namaz bugün hala insanları aldatmanın temel araçlarından biri olarak insafsız ve acımasız bir biçimde işletilmektedir.

 

Kur’an, dinde riyakarlık konusunu işlerken örnek olarak namazı öne çıkarmaktadır. Hz.Peygamber de aynı yolu izlemiştir. Çünkü takvanın saptırılmasında Allah ile ladatma aracı olarak namazdan daha rahat kullanılacak bir araç yoktur. Bu konunun temel Kur’ansal dayanağı Maun Suresi’dir. Şöyle diyor:

 

“Gördün mü o, dini yalan sayanı? İşte odur yetimi itip kakan. Yoksulu doyurmayı özendirmez o. Vah halina o namaz kılanların/dua edenlerin ki, namazlarından /dualarından gaflet içindedir onlar! Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar. Ve onlar, kamu hakkına/yardıma/zekata/iyiliğe engel olurlar.”

 

Bu sureden anlaşılmaktadır ki, kamu hak ve imkanlarına musallat olan, yoksulu yetimi horlayan yani sosyal devleti işletmez hala sokan, sonra da bunlar olmamış gibi pişkin pişkin namaz kılan insanlar dini yalan saymış olurlar ve kıldıkları namaz onlara lanet ve cehennemden (veylden) başka bir şey kazandırmaz.

 

Takvanın Allah ile aldatma aracı yapılmasıyla oynanan şeytani oyun çok tehlikelli ve kurumsaldır. İslam dünyasını, o arada ülkemizi perişan eden kahırların başında bu oyun gelmektedir. Bu ouyun, takvanın insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olduğu yolunda Kur’an dışı bir anlayışın kabul ettirilmesinden ibarettir. Bu Kur’an dışı tahrip oyunu, 2000’li yılların Türkiyesinde hem de TBMM çatısı altında şu Kur’an ve akıl dışı talebin gündem yapılmasına yol açmıştır.

 

“Millet, dindar Cumhurbaşkanı istiyor.”

 

Millet böyle bir şey istemişse bu vahimdir, eğer istememişse de birileri onun adına avukatlıkla söz söylüyorsa bu daha vahimdir. Ama sonuç her hal ve şartta vahimdir. Çünkü millet ve din adına vicdansızca söylenerek ülke aldatılıyor, dinin kredileri kullanılarak siyasal çıkar sağlanıyor. Din adına dinsizlik yapılıyor.

 

Kur’an’ın insanlık tarihinda yaptığı en büyük devrimlerden biri, belki de birincisi, takvanın, insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılmasıdır.

 

Kur’an’ın bu en büyük devriminin üstü, din çıkarcılığı tarafından sistemli ve ısrarlı bir biçimde örtülmüştür. Bu gerçeği, bir hakkımızı kullanarak diyebiliriz ki, İslam dünyasında, özelikle Türkiye’de kitlelere ilk duyuran ilim ve fikir adamı, bu satırların yazarı olmuştur. ‘Kur’an Verileri Açısından Laiklik’ kitabımız bunun belgesidir.

 

Kur’an ilkeyi son derece açık koymuştur.

 

“Allah katında en değerliniz, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat, 13)

 

Kur’an, bu anlayışını, Zühruf Suresi 35, ayetle bir kez daha teyit ve tekrar etmiştir.

 

“Rabbinin katındaki ahiret, takva sahipleri içindir.”

 

Takvanın karşılığı ‘Rabbin katındaki’dir, kamu mallarının talanı veya ABD’de CIA’nın hazırladığı çiftlikte oturmak değildir. Basının, “Türbanla kapat eşinin başını, kap dinci hükümetten işini”sloganıyla ifade ettiği talanın içine girme aracı hiç değildir.

 

Takva konusundaki bu belirleyici ayetler, tarih boyunca din üzerinde itibar ve üstünlük sağlamak isteyen çevrelerin baskı ve yönlendirmesiyle, Kur’an’daki anlamının ve amacının tam tersine çekilmiş ve şöyle bir Kur’an dışı ilke oluşturulmuştur: “En üstün insan, takvada en ileri olan insandır.”

 

Yıpratılmak istenen birçok değerli insan, ‘dindar dağil’ teranesiyle yıpratıldı. Bu terane ilerledikçe her türlü olumsuzluk bunun arkasında gizlenir ve yıpratılmak istenenlere bindirmede en kahıredici silah bu‘dindar değildir’ hezeyanı olur. Tarihte bu namert hezeyanden en çok ıstırap çekenlerden biri deMustafa Kemal Atatürk’tür. Milli Mücadele günlerinde hem ingilizler hem onların uşağı gibi çalışan hain Damat Ferit hem de Padişah ve avanesi Atatürk’ü sürekli ‘dindar olmayan adam, ahlaki zaafları olan adam’ diye karalamışlardır. Çünkü Allah ile aldatılmış bir kitleyi bir kişinin aleyhine çevirmenin en emin yolu bu alçak iddiadır. Türk Kurtuluş savaşı’nın büyük kumandanlarından Kazım Karabekir Paşa(Ölm. 1948) şöyle diyor:

 

“Ajanslarla, gazetelerle, ağızdan hücumlarhep Kemal Paşa’ya idi. Ahlakı, ihtirası hakkında her gün ağız dolusu laflarsöylendiğini kendiside biliyordu.” (Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1/464)

 

Karabekir Paşa, Fevzi Paşa gibi önemli bir askerin bile, ilk zamanlarda Atatürk hakkında bu düşünceleri taşıdığını yazmaktadır:

 

“Fevzi Paşa, Mustafa Kemal’i tutmaklığımın felaketini, ileride kötü nam alacağımı anlattı. Söylediği şudur: ‘Mustafa Kemal muhteris ve menfaat düşkünüdür. Ahlakı herkesçe fena tanınan bu zatın milletin başına belalar getireceğini seni seven bütün arkadaşlarınız ve ben yakından biliyoruz.” (Karabekir, aynı eser, 2/849)

 

Karabekir Paşa’nın Fevzi Paşa’ya cevabı, dindarlık adı altında hangi bozukluk ve alçaklıkların gizlendiğini, dindarlık maskesinin neleri örtmek için kullanıldığını dolaylı yoldan gösteren müthiş bir belgedir. Şöyle diyor Fevzi Paşa’ya:

 

“Mustafa Kemal Paşa’ya başımıza geçmesini daha İstanbul’da teklif eden benim. Bugün bütün kuvvetimle tutmayı en büyük vazife bilirim. Ondan daha hamiyetli ve değerlisini aradım, bulamadım. Hanginiz esaret altındaki İstanbul’dan çıkıp geldiniz? Bugünde sizden rica etsem ihtimal yine gelmezsiniz. Siz ve emsaliniz esaret altındaoturmayı tercih ediyorsunuz. İstanbul’da dedikoduyapan arkadaşlar, iş bu raddeye kadar başarıyla geldikten sonra olsun, Anadolu’ya gelseler ya! Doğunun aydın evlatları bile İstanbul’dan bile çıkmazkenDoğulu olmayan bizim gibiler, en felaketli günlerde halka teselli ve emniyet verdik. Halk da tabii olarak rehberlerini gördü ve onlara yetki ve kuvvet verdi. Milli varlık ve milli birlik teessüs etmiş, milli karar vermiştir. Artık Mustafa Kemal Paşa ile uğraşmak yanlıştır, milli karara karşı gelmektir, ihanettir, felakettir...”(Karabekir, aynı eser, 2/850-851)

 

Dindarlık ölçüsünün kullanılmasının nelere mal olacağına yine ilginç bir örnek yine Karabekir Paşa’dan:

 

“Erzurum’da yakaladığımız müslüman olmuş bir Rus casusunun temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargahıma geldiği zaman hallerine baktığım hatıratıma şunu kaydetmiştim: ‘Ey Türkoğlu! Sen pak safsın, seni herkes aldattı. Erdim diyen, döndüm diyençemberinden atlattı.”(Karabekir, aynı eser, 2/717)

 

Tam bu noktada, İslam düşüncesinin anıt isimlerinden biri ve Hanbeli mezhebinin kurucusu olan Ahmed b. Hanbel’in, takva kavramına getirdiği muhteşem bir yorumunu anlatmak isteriz. İmam Ahmed b. Hanbel (Ölm. 241/855)’e sordular:

 

“İki adamımız var: Biri takva sahibi ama zayıf, öteki günahkar ama güçlü. Hangisiyle gazaya çıkalım?” İmam şöyle dedi:

 

“Takvası değil, gücü fazla olanla yola çıkın! Takvası fazla olanın takvası kendine, zayıflığı müslümanlara mal olur. Gücü fazla, takvası az olanın ise günahı kendisine, gücü müslümanlara mal olur!”

 

Kur’an vahyi, Ahmed b. Hanbel’in sözlerinde özetlenen bu anlayışını hayata iyice sokmak için din sınıfı, din kisvesi, hatta din adamı anlayışını da yıkıyor. Bunların hiç birisi yoktur, bunların hiçbirinin ifade ettiği olumlu bir anlam yoktur.

 

İbadet için lidere, özel ve beratlı mekana ihtiyaç yoktur.

 

Cami, ibadethane değil, adından da anlaşabileceği gibi, aynı zamanda ibadetin de yapılabileceği bir toplantı yeridir. İbadet için bu toplantı yerine gelmek, orada görevlibir ibadet memurunun liderliğine sığınmak gibi bir şart Cuma namazı için bile yoktur.

 

Bu gerçeğe dikkat çeken müfessir Sıddık b. Hasan Han (Ölm. 1307/1889) diyor ki:

 

“Cuma namazı için öne sürülen devlet reisi izni, şehirde bulunmak şartı, muayyen sayıda cemaat, tek ve büyük cami vs.nin tümü Kur’an ve sünnet dışıdır, hiçbirinin bir dayanağı yoktur.” (Sıddık Hasan, Ravdatu’n-Nediyye, 1/134-136)

 

Cuma namazı da, cemaatle olmak koşuluyla, her yerde, her mekanda kılınabilinir. Ruhsatlı Cami, görevli imamdiye bir şart asla söz konusu değildir.

 

Kısacası, eğer takva, kamusal alanda bir üstünlük ölçüsüyapılırsa bunun sonu, riyakarlığın, daha sonraikrah denen baskı, zorlama, aldatma oyunlarının ve nihayet şiddet ve terörün girmesi olur.

 

Tarih bize göstermektedir ki, takvanın kamusal alanda üstünlük ölçüsü yapılması birinci sınıf-ikinci sınıf dindar tartışmasını, o da giderek siyasal ve ekonomik hesaplara ters düşenlerin kafir ilan edilmesi sürecini mutlaka yaratır.

 

Tüm dinci zümreler, az veya çok tekfir (başkalarını kafir ilan etme) tezgahını mutlaka işletirler. Bu tezgah, dine karşı olanların kafir ilan edilmesi değildir; bu tezgah, dinci (dindar değil) kesimlerin hesaplarına uymayanların din dışı ilan edilip etkilerinin kırılması tezgahıdır.

 

Allah ile aldatma siyaseti, işgalci ABD Başkanı Bush’un din ve islam adına kucaklanıp desteklenmesine ‘Allah’a hizmet’ gibi bakabilmiştir. Ve mesela, Ortadoğu’da müslüman kanı dökmeyi ‘Tanrı’nın kendilerine verdiği görev’ olarak ilan eden Bush-Blair ikilisinin BOP stratejisinde ‘eşbaşkanlık görevi’ üstlenebilmiştir.

 

Recep Tayip Erdoğan, İstanbul’da partisinin bir kongresinde yaptığı konuşmada şunu ilan etmiştir:

 

“Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Nedir o görev? Biz, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi’nin eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Bu görevi yapıyoruz.” (Vural Savaş, AKP Çoktan Kapatılmalıydı, 2008)

 

Bu görevi Erdoğan ve ekibine Türk Millet’i vermedi. Çünkü bu görevin esas olan proje, müslümanlara hizmet değil, kötülük projesidir. Peki bu görevi AKP’ye kim verdi? Bunun cevabını Erdoğan ve ekibi versin. ‘Türkiye ve Ortadoğu’da yaşananların önümüze koyduğu gerçek şudur: Bu görevi Erdoğan ve ekibine verenler, onları, müslümanlar aleyhine kullanmak üzere teslim almışlardır.

 

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008


Takva bu mu?

Takva veya dindarlık unvanını kendilerinden başkasına bırakmayan ‘Allah ile aldatma ekipleri’ yıllardan beri çok tutarsız, çok kaygı verici örneklerle toplumun gündemine oturmaktalar. Bu örnekler içinde, yüzyılımıza damga tutarsızlıklar vardır. İşte bir tanesi:

 

7-8 Ağustos 2005 tarihli gazeteler, İstanbul’da yeri yerinden oynatan bir düğün haberini manşetlere çekti.bu düğün, Peygamber topraklarının ülkesi Suudi Arabistan’ın petrol eski bakanı Zeki Yamani’nin kızının düğünüydü. Çırağın sarayında yapılan düğünün patlayan haberi, bakan Yamani’nin şu isteği veya siparişi idi:

 

Misafirine içecek ikram etmek için, içki değmemiş 30 bin altın işlemeli bardak istiyordu. Şeyh Yamani. İçki, yani alkol değmemiş, ama altın işletmeli, Nasıl? Beğendiniz mi? İçki değmesin ama 30 bin altın işlemeli bardağın parası ödensin.

 

Bu ‘İçki değmemiş bardak kafa’dır ki, İslam aleminin kaderini değiştirecek atılım ve uygulamalara öncülük etmiş, işgalciliğin, sömürgeciliğin, zulmün amansız düşmanı olarak tarihe geçmiş Atatürk’ü, içtiği rakılar yüzünden ‘din dışı’ ilan etmiştir. Çünkü ‘içki değmemiş bardak dinciliği’ni bu ‘şampiyon’ müslümanlara, petrol ve parayı kendine ayıran İngiliz lordları, Allah ile aldatanların zihniyet yapılarını böyle oluşturmuştur. İngiliz’in istediği mi, Hz.Muhammed’in istediği mi? Haçlı şefaati mi, peygamber şefaati mi?  AKP’nin kurmayları, “Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaatine sığındık” dediklerine göre, Suutlu şampiyon müslümanlar da aynı şerden Londra’nın şefaatine sığınıyor olabilirler. ZatenAraplar, Osmalı’yı arkadan vurdukları günden beri hep ingilizlerin şefaatine sığınmışlardır.Müslümanlıkla, Brüksel’in veya Londra’nın şafaatı yan yana nasıl gelebiliyor? Bu soruya cevap bulan varsa beri gelsin!

 

Yamani, İstanbul’daki düğüne,  kendi yatıyla  (dünyanın en büyük yatlarından birisi) geldi. Konuklarını dünyanın orasından-burasından 17 özel jet oçağı İstanbul’a taşıdı. Düğün münasebetiyle yüz limuzin otomobil hizmet verdi. ‘İçki değmiş bardakların sokulmadığı islami düğün’e renk katmak için Çırağın Sarayı’nın bahçesine özel koşullarda getirilmiş 40 palmiye ağacı ile 100 adet çam ağacı dikildi.

 

Esas ibret bundan sonrası.

8 Ağustos tarihli Cumhuriyet, ünlü düğünden çok ibret verici bir fotoğrafyayınlandı. Bir grup erkek, omuzlarında Yamani’nin kızı (gelin hanım) ve damat bey havalarda. Gelinin başı ve gögsü açık, dekolte bir gelinlik giymiş. Damat bey, smokinli. Onca namahrem erkeğin omuzlarında havalara atıldığına göre, gelinlikte-giyimde bir gariplik yok. O fotograftaki şu iki noktada:

 

1. Zeki Yamani’nin ülkesinde kadınların durumunu düşünün. Burunlarını bile rahat açarak doyasıya nefes alamıyorlar. Omuzlarda havaları gezen gelin hanım da Peygamber beldesi Suut ülkesine gelince aynı şekildegiyecek. Hani, din öyle emrediyor ya! Suut ülkesi de dinimizin şampiyon ve hami ülkesi ya. Güzel de, biz şuna cevap arıyoruz: İslam’ın tanıttığı Allah, sadece Suut Arabistanı ve İran gibi bazı şampiyon ülkelerde hüküm fermanı olup diğer ülkelerde ahkamını geri mi çekiyor? Eğer öyle değilse, bu şampiyon ülkelerin din diye yaşadıklarına ‘riya dini’ denmez de ne denir?

 

 

2. Yamani’nin kızı hanımefendinin omuzlarda havalarda kaldırıldığı fotografın arka planında bir büyük ibret daha seyrediliyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin o günkü dişişler bakanı Abdullah Gül ve eşi hanımefendi, otomobillerinin arka koltuğunda yan yanalar. Hanımefendinin başı türbanlı, sıkıca sarılmış. Gel de bu akıl zorlayan tezadı görme!

 

Peygamber topraklarında kurulmuş ‘şampiyon müslüman’ bir ülkenin bakanının kızı, erkeklerin omuzlarında. Öte yanda, törenin bir parçası olan, ‘ikinci veya üçüncü sınıf müslüman’ sayılan bir ülkenin bakanının eşi pür tesettür: Yüzünün bir kısmından başka yeri görünmüyor, otomobilin arkasında eşinin yanında oturuyor.

 

Dünya sormaz mı: bu nasıl dindir, nasıl imandır, nasıl anlayıştır? Siz bunca tezatla bugünkü dünyanın önünde ayakta nasıl duracaksınız? Sözü ne uzatıyoruz, riya, müslüman dünyanın bahtını karartmaya devam ediyor.

 

Son olarak, şölendeki fotografların (ve onlarla ilgili haber ve yorumların) ortak ibret yanlarına bakalım:

 

Birincisi, bu fotograflar, İslam dünyasının, o arada Türkiye’nin bir riya saltanatının hegomonyasına sokulduğunu, bu riya cehenneminde çürütüldüğünü, vicdanı ve aklı çürümemiş her insana haykırarak söylemektedir.

 

İkincisi, bu fotograflar, İslam dünyasında, yalan, hile, ikiyüzlülük, aldatma gibi temelolumsuzlukların başını çekenlerin dincilik söylem ve siyasetleriyle öne çıkan kişi ve gruplar olduğunun şaşmaz kanıtı olarak insanlığın önündedir.

 

İslam dünyasında, o arada Türkiye’de, dinci söylem ve yaygaranın yüksek olduğu her yerde ahlaksızlık, riyakarlık ve erdemsizlik de yüksek orandadır.

 

Bu fotograflar göstermektedir ki, İslam dünyasının son yüzyıldan en samimi ve güven  verici İslami yaşam, gelişim ve oluşumları, Mustafa Kemal Atatürk’ün vücut verdiği zihniyetin ürünü olarak Cumhuriyet Türkiyesi’nde gerçekleşmiş, Atatürk mirasından geriye gidiş, İslam’ın gerçek anlam ve yaşantısından da bir geriye gidiş olmuştur.

 

İslam dünyasında din şampiyonu geçinen zihniyetlerin Atatürk’e din ve islam adına saldırmaları, dinin gerçek anlamında bakıldığında, tam bir dindışılık ve alçaklık ürünüdür. Bu ürünler, İslam düşmanı Haçlılrca tezgahlanıp pazarlanmakta, böylece, İslam dünyası denen aldatılmış kitlelerin uyanışı, şeytani Haçlı siyasetleriyle önlenmektedir.

 

İslam dünyası, önce evlad-ı Resul’e, sonra Ali Osman’a, daha sonra da Mustafa Kemal Atatürk’e reva gördüğü nankörlük ve zulmün bedelini çok ağır bir kahır faturasıyla ödemeye devam etmektedir.

 

Takva ve İslam’ı temsilde şampiyon Suut ğlkesinin, müteveffa kralı fahd’ın ölümü üzerine yayınlanan fotograflar da muhteşem bir ibret tablosudur. Bize göre, çağın en önemli ibret tablolarından biridir. Çünkü bu çağda, Allah ile aldatmanın Haçlı engizisyon icraatı olmaktan çıkıp ‘şampiyon müslüman icraatı’haline geldiğini en yaman belgelerinden biri de Kral Fahd’ın cenazesi münasebetiyle yayınlanan fotograflardır. Sadece Türkiye değil, bütün dünya bu fograflardaki kralın hayatı, mirası ve zihniyetiyle ilgili pek çok haber yayınladı, yorum yaptı.

 

Müteveffanın geride bıraktığı servet:

32 milyar dolar nakit para, Riyal ve Cidde’de 5 milyar dolar değerinde iki saray, Fransız Rivierası'nda bir şato, Boeing 747 tipi bir uçak, Cadillac marka onlarca araba, İspanyanın Marbella kasabasında 250 dönüm alanda yaptırılmış bir saray.

 

Verilen bilgiye göre, Peygamber Beldesi Kralı’nın Marbella’daki sarayında 800 kişilik bir hizmet ekibi çalışmakta, şöferlere 5 bin, diğer hizmetçilere 3 bin dolar aylık verilmektedir. Sarayın hizmeti için 4 uçak, 600 Mercedes otomobil, 50 limuzin, seçkin otellerde 300 oda ve ayrıca aylığı 180 bin Euro’luk villalar kiralanmış.

 

Kral, her yıl, 100 milyon dolar değerindeki el-diriyah yatıyla Fransız kıyılarını dolaşırdı. 1987’de Monaco kumarhanelerinde 6 milyon dolar kaybederek medyanın gündemine oturmuştu. 3 karısı ve 8 0ğlu var. Kızlarının olup olmadığı, varsa sayıları her ne hikmetse bildirilmiyor. Kral, 83 yaşında öldü. Son yıllarında bol bol cami yaptırdığı söyleniyor. Bu durum akla hemen şu soruyu getiriyor:

 

İslam dünyasında ve ‘geleneksel müslüman’ tipin hayat ve icraatında cami neyin maskelenmesinde kullanılıyor ve neyi ifade ediyor?

 

İslam dünyasında cami sayısı arttıkça ahlak, irfan, iz’an, basiret, hürriyet, bağımsızlık ve insana saygı gibi temel değerlerin paydası düşüyor. Bunun anlamı, İslam dünyasının yanlış bir rotada ilerlediği, kendisini, kitleleri ve Allah’ı aldatmayı hüner sandığı merkezindedir.

 

Kıral’ın dünya ölçeğinde hamisi, garantörü, bilindiği gibi, ABD idi.

 

İslam dünyası denen bir buçuk milyarlık kitle, bu anlayışla, felaket ve hezimetten başka hiçbir şey elde edemez. Kur’an’ın, dafalarca tekrarladığı şu cümle hakkın ta kendisidir:

 

“Allah insanlara zulmetmez; insanlar kendi benliklerine zulmederler.”

 

 

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008

Kaynak: http://www.uludivan.de/

 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol